merhaba canım arkadaşım – ritsa çağlar
Sana bu mektubu yazmaya Hatay yollarında bir dizeni defterime yazarak başladım. Şöyle diyordun ya sen:
“dün ben nerden geldim
ezberlenip unutulmuş bir sıkıntıdan geldim
adı konulmamış bir düşten geldim”
Bu düşün peşinde koşanlardan biri olarak sesleniyorum sana. Biz bu düşün başına renkli sıfatını ekledik burada. ‘’Renkli Düşler Bahçesi’’nde her gün çocuklarla bir aradayız. Çayımızı içmeye gelen gençlere akşamları senin dizelerini okuyoruz. Çok sevdiğimiz bir arkadaşımızsın sen. Ölümünün üzerinden elli yıl geçse de dilimizde ve kalemimizde hep yirmi beşinde hep Siyasallı…
Kimse bilmezse Bursa’nın ufak tefek taşları bilir değil mi arkadaşım? Aksayan ayağından dolayı alınmadığın oyunları, anacığının dizinin dibinde geçen o hasta gecelerini? Antakya’nın güneşi bizi borçlu yazmasın diye biz en çok da kenarda duran çocukları katıyoruz oyunumuza. Bazen de onların oyunlarına katılıyoruz. Ne hikayeler ne hikayeler… Sessiz sakin gövdeleri sanki senden ve çocukluğundan kırılan herkesten bir hatıra. Kulak verdikçe anladık. Meğer ne çok anlatacak şeyi varmış ve ne çok umudu uçurtmanın ucuna katıyormuş çocukluk.
Mektubumu yazmaya bir yurt penceresinin kenarından devam ediyorum. Burada da eşlik ediyorsun bana. Pencerenin ardından dostça sallanan bir elde görür gibiyim seni. Hadi durma öyle uzakta, gel bir çayımı iç. Kalemi elime aldığım gecelerde şiirle sarıyorum yurdun dört bir köşesini. Bir kalkan denilmez buna. Belki bir tütsü, belki bir efsun. Yüreğimdeki isyan rüzgarla yurdun taş duvarlarını sarsın diye… Sahi, yurdunu savunmak nasıl bir şeydir sana sormak lazım. 71 yurt baskınında terk etmemiştin, çıkmamıştın yurdundan. Yankılanırdı gençliğin sesi yurt koridorlarında, kampüslerde, memleketin dört bir yanında. Ordularını salarlardı, faşistlerini toplarlardı. Yine de bir adım geri gitmezdi gençlik. Üstüne üstüne yürürdü düşmanın.
“biz üçyüz yurtseverdik
bir gün sularken çiçeklerimizi
üçbin kişilik düşman ordusu
ve onun paralı sivil askerleri
saldırdılar yurdumuza”
73’ün 5 Mayıs’ında Meşrutiyet Caddesi’nde yürürken yol kenarına düşüşünle kırıldı hikayen birden. Ben unutmam, kimse unutmasın. Herkes başka bir şey söyler. Doktor raporu “karpuz kendi içini yer ya öyle, beyin kendi kendini öyle yemiş” der senin ölümün için. O yurt baskınında aldığın darbelerdir değil mi beynini aylarca yiyen? Yoksa yalnızlığın mıdır seni için için bitiren?
Kaleminin mürekkebinden, kök saldığın direnç çiçeğinin yedi renginden sarılırım sana arkadaşım. Sen ne bilebilirsin ne hissedebilirsin ama yüreğim çoğu zaman çarptı seninle. Bize bir ara hü’yü anlatacaktın ya hani, lütfen anlatma. Dur da biz anlayalım artık seni. Zaten söylemişsin söylenecek her şeyi. Ötekinin de ötekisi varmış, senden öğrendik. Bir gömlek fazla, bir kayış geri bazen de fazla renkli gelirmişiz. Çoğunluğa uyum sağlamak için kırk fırın ekmek yemeye de gerek yokmuş zati, herkes başından beri aynı ateşte pişermiş de diğerleri şeklini şemalini çoğunluğunkine benzetemediğinden farklı olana “Bu bizden olamaz” dermiş. Zeki Müren’i sevmeliymişiz, cümbür cemaat dinlemeliymişiz. Kaygılananlar oldu, seninle yan yana görünmekten korkanlar oldu. İtildiğin yalnızlığın yollarını düşündükçe hala içim titrer.
Sana sırt çevirenler, çocukluğunda olduğu gibi kısacık gençliğinde de aralarına almayanların başı öne eğik şimdi. Ancak bilmiyorlar ki, çocukluğun oyunlarından çok farklıdır bu. Takvimler başa sardı. Günler yine perişan arkadaşım. O yüzden bugünler ne şakaya gelir ne de birini dışarıda bırakmaya… O yüzden bir söz verelim şimdi. Dosta ve düşmana tek bir söz… Artık kimse kalmayacak bu çemberin dışında. Bir arkadaş daha düşemez yol kenarında.
“şimdi senin uzanıp yattığın otlarda
yarın yeni bir yeşillik büyüyecek”