Yazılarımız

Melek’in Kaleminden- YENİ BİR DÜNYA YARATMAYA

21. yüzyıl merkez kapitalist ülkelerden, sömürge ülkelere neoliberalizmin tüm dünyada yerleşik hal aldığı bir süreç olarak geçmektedir. Bu süreç içerisinde neoliberalizmin bunalım dönemleri devrimci hareket zeminlerini yaratmış, ancak birkaç özel örnek dışında bu hareketler ya bastırılmış ya da sönümlenmiştir. Hareketlerin bastırılması sonrası sağ/otoriter rejimler güç kazanmıştır. Ülkemizde de Haziran İsyanı sonrasında, AKP’nin “tek adam” rejimini inşa etme süreci baskı ve şiddet ortamının belirginleştiği süreç olarak yaşanmıştır. Direniş hareketleri içerisinde kadın hareketinin dinamizmi, öncülüğü, militanlığı en çarpıcı ders olarak karşımıza çıkmaktadır. Patriyarkal kapitalizmin krizleri derinleşirken faşist rejimler kendisini kadın düşmanlığı üzerinden var etmektedir. Bu durum kadın hareketinin uzlaşmazlığıyla diyalektik bir ilişki içerisinde bulunmasına ve “Devrimin cinsiyeti değişiyor” tartışmalarına neden olmuştur. Türkiye’de de Gezi’yle beraber yükselişe geçen kadın hareketi, Gezi sonrasında da toplumsal hareketler arasında sokakta verdiği mücadeleyi terk etmeyerek öncülük tartışmalarını gündemleştirmiştir.

AKP’nin 20 yıllık iktidarı boyunca emeği, doğayı sermaye sınıfına sınırsız sömürüye açma hali sınırına ulaşmış, ekonomik krizin büyümesiyle beraber siyasal, sosyal, erkeklik krizleri de en görünür halini almıştır. Tüm halk kesimlerinde geleceksizlik kaygısı, güvencesizleşme, hoşnutsuzluk halini aşmış ve en insani yaşam şartlarının dahi olmadığı koşulların yaşanması nedeniyle AKP karşıtlığı bir kimlik haline dönüşmüştür. Yeni bir direniş hattının kendisini dayattığı güncel koşullarda, siyasal iktidar dahil olmak üzere tüm düzen partileri çare için sandığı adres göstermekte, sokakta örülen en ufak bir pratik ya şiddetle ya da düzen partilerinin “Evde kal” çağrılarıyla bastırılmaktadır. Tam da bu sürecin tarihselliği açısından kadın hareketi ve üniversite hareketi için ‘öncülük’ tartışmaları dönemin kurucu tartışmaları olarak karşımıza çıkmaktadır. Pandemiden bu yana geçen derin sessizlik hali Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan kayyum rektörler ve İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesiyle bozulmuştur.

Boğaziçi Direnişi süreci, gençliğin apolitikleştiği safsatalarını rafa kaldırdı. Geleceksizlik ve güvencesizlik kaygılarının gençlikten doğru en yoğun hali yaşanırken, üniversite tartışmaları gençliğin gündemi haline geldi. Boğaziçi Direnişi boyunca özel olarak LGBTİQ+’lar üzerinden yayılan nefret söylemi, kayyum rektörlerin açıkça üniversite içerisindeki kadın düşmanı politikaları ve bu süre içerisinde İstanbul Sözleşmesi’nin de gündem olması üniversite mücadelesi ile feminist mücadelenin hiç olmadığı kadar iç içe geçtiği bir politik atmosferi yarattı.

Kadınlar yararına uygulanmayan 6284 sayılı kanun kayyum rektörler için uygulanmış, üniversite içerisinde İstanbul Sözleşmesi’nin de maddelerinden olan kamusal alanların erkek şiddetinden arındırılma zorunluluğuna çeşitli saldırılar kayyumlar aracılığıyla gerçekleştirilmiştir. CTS-CİTÖK birimleri etkisizleştirilmiş, kadın çalışmaları ve LGBTİQ+ kulüpleri kapatılmış, gökkuşağı bizzat devlet yetkililerince hedef gösterilmiştir. Ancak parlamenter siyasete sıkışmayı kabul etmeyen genç kadınların ve LGBTİQ+’ların bu iradesi Türkiye’nin içinde bulunduğu yeni süreçte kurucu hareketi yaratma potansiyelini taşımaktadır. Devrimci hareketin güncel koşulları bir halk hareketi yaratımı için bu denli olanaklıyken, patriyarkal denetime karşı yıkıcı bir güç olan feminist hareketin önderliği tüm bir hareket için ders niteliği barındırmaktadır.

Faşizme karşı mücadelede feminist program

Pandemi ile birlikte iç içe geçen ev, iş, okul yaşamının açığa çıkardığı sonuçlar sınırların kaybolduğu bir dönem içinde mücadele etme koşullarını yaratmıştır. Erkek egemenliğinin kadınlar üzerindeki sistematik denetim aygıtı olan patriyarkanın tarih boyunca olduğu gibi pandemi koşullarında da aile kurumunda pekiştirilen toplumsal cinsiyet rollerinin devamlılığını garanti altına aldığını görmekteyiz. Aile kurumu, kadınların ücretsiz emeğini denetim altına alarak sistemin en büyük açığını kapatır. Toplumsal yeniden üretim, kadınların ücretsiz emeği üzerinden sağlanırken patriyarkanın hane içerisinde erkeklere sunduğu tahakküm ilişkileriyle erkek egemen toplum şekillenir. Kadınlar üzerinde çifte sömürü halini yaratan bu durum, patriyarkal kapitalizme karşı kadınların, sistemle olan çelişkilerini çok daha keskin bir hale getirir. Neoliberalizmin, sömürüye dayalı politikaları toplumun her noktasına sirayet ederken elbette aile kurumu da bu durumdan etkilenir. Kadın düşmanı, faşist homofobik iktidarlar da devlet politikalarıyla erkek şiddetini meşrulaştırarak aile yapısını, yani sistemin devamlılığını, koruma altına almaya çalışmaktadırlar.

AKP iktidarı da çözülen aile yapısına çözüm arayışlarında, kadın düşmanlığını had safhaya ulaştırmış, mevcut krizlerinin içerisinde debelenirken bir saldırı noktası olarak da kadınları seçmiştir. Pandemiyle beraber AKP faşizmi, özel olarak aile kurumu içerisinde kendisini yeniden yapılandırırken kadınlar üzerindeki yasal tüm güvence olanaklarına saldırmıştır. Salgınla beraber erkek şiddeti oranları neredeyse ikiye katlanmış, kadın cinayetleri en yakıcı gündem haline gelirken İnfaz Yasası ile şiddet faillerini serbest bırakmış, her fırsatta İstanbul Sözleşmesi’ne saldırmıştır. AKP tarafından gündemleştirilmiş olan sözleşme, sık sık aile kurumuna zarar vermesi üzerinden devlet yetkililerince hedef gösterilmiş, erkek şiddetini meşrulaştırmanın bir yöntemi haline getirilmiştir.

Oysa kadınlar ve LGBTİQ+’lar için İstanbul Sözleşmesi yasal bir hak talebine sıkışmış mücadele hattından çok daha fazlasını barındırmaktadır. Faşizmin en güncel saldırı biçimlerinden olan sözleşmenin feshedilmesine karşı verilen mücadele erkek-devlet şiddetine karşı bir yaşam hakkı mücadelesidir. Bu mücadelenin yaşamsal öneminin başlıca nedenlerinden birisi AKP’nin iktidara geldiği günden bugüne “makbul kadınlar” yaratma politikasının bir karşılık bulamayışı olduğunu söyleyebiliriz. Karşılık bulamayışı bir yana aynı zamanda erkek-devlet şiddetinin yaygınlaşmasıyla doğrudan iktidar kurumları, kadınlar için güvensiz alanlar yaratma misyonu edinmiştir. Kadınlara dayatılan en küçük bir saldırının sonucunda dahi kontrgerilla ağına rastlanmaktadır1. Kontrgerilla içi çatışma ortamında dahi kirli pazarlıkların kadın cinayetleri üzerinden gündemleşmesi, yargının erkek aklayıcı işletilmesi kadınların ve LGBTİQ+’ların feminist özsavunma hakkını kullanmalarını, bunun etrafında örgütlenecek bir feminist programı kaçınılmaz kılmaktadır.

Dünyayı değiştirmek değil, yeni bir dünya yaratmak istiyoruz!

Bugünün güncel koşulları, yakın zamanda edinilen mücadele deneyimlerinden de görüleceği üzere hareketin içerisinde var olan kadınların ve LGBTİQ+’ların patriyarkaya karşı ortak çelişkiler barındırmasından doğru şekillenmektedir. Ancak bu ortaklıklar kurucu bir feminist program için hem politik hem de pratik anlamda sınanmadan gerçek bir zemin inşa edilebilmiş sayılmayacaktır. Tam da bu nedenle feminist hareketin içerisinde barındırdığı öznelerin dinamiğini kavraması için hareketin doğal sınırlarını aşan bir kapasiteye ulaşması gerekmektedir. Bu kapasiteye ulaşma ve var olanı aşma potansiyeli aynı zamanda feminist hareketin bütünlüklü bir devrimci harekete öncülük edebilmesinin koşullarını doğalında oluşturmaktadır. Boğaziçi Direnişi ve İstanbul Sözleşmesi deneyimlerinde görüldüğü üzere çok daha güçlü cevap üretebilen üniversiteli, genç öznelerin varlığı hareketin sınanma noktasını işaret etmektedir. Hali hazırda siyasal iktidarın oluşturmaya çalıştığı faşist denetimin sarsılmaz hale gelmesi için üniversiteler üzerinde topyekûn bir tahakküm kurulması gerekmektedir. Bu tahakkümün inşası için “Kadın Üniversiteleri” projesi, üniversitelilerin güvencesizliğe, geleceksizliğe mecbur bırakılarak proleterleştirilme sürecine dahil edilmesi gibi mekanizmalar kullanılmaktadır. İktidar için tehdit unsuru olarak görülen üniversiteli kadınlar ve LGBTİQ+’lar, faşist denetim aracı haline getirilen aile kurumuna rağmen üniversitenin özgürleştirici etkisi ile kısmi özerklik alanları yaratmaktadır. Üniversitenin doğası gereği ortaya çıkan bu kopuş ve dinamik kaçınılmaz olacak ki yeni bir dünya düzeni tahayyülünün adımlarının atılacağı yerin yine üniversite ve üniversite mücadelesi olacağını göstermektedir. Yaşamın her alanında var olan ikili cinsiyet tanımlamalarıyla şekillenen toplumun içerisinde üniversitelerde fazlasıyla yapısal, sosyal ve akademik olarak zarar görmektedir. İktidarların, ideolojik üretim merkezleri haline getirilmeye çalışılan üniversiteler ikili cinsiyet tanımlamaları üzerinden erkek egemen bir yapıda düzenlenmektedir. Üniversite içerisindeki akademik kadroların dağıtımından, müfredata; üniversitenin mekansal olarak düzenlenmesinden, bilgi üretim süreçlerine kadar erkek egemen şekilde ilerleyen üniversitenin gündelik akışı içerisinde patriyarkal düzen devam etmektedir. Bu durum üniversite mücadelesinin neoliberal sistem kadar patriyarkaya karşı da bir mücadele alanı olduğunu gösterirken aynı zamanda patriyarka ve kapitalizmin iki ayrı uçta olmadığını da tekrar hatırlatmaktadır. Özerk-demokratik-feminist üniversite mücadelesi de bu bağlamda neoliberal-patriyarkal sistemin var ettiği üniversite mücadelesini iktidar mücadelesi haline getirmektedir.

Üniversitelerdeki erkek egemen işleyiş aynı zamanda bilgi üretim süreçlerini de etkilemektedir. Bilim tarihi boyunca kadınların ve LGBTİQ+’ların yok sayılan, ikincilleştirilen emeği var olan bilimsel koşulları erkek egemen heteronormatif kalıplara sıkıştırdığından, üretilen bilginin kendisi de toplumsal cinsiyet kalıplarının devamlılığını sağlamaktadır. Üniversiteler, güvenli alanlar haline gelmeden cinsiyetçi kalıplar giderilemeyeceğinden, üniversite içerisindeki her türlü erkek şiddeti feminist üniversite mücadelesinin bir parçasıdır. Üniversiteler ancak güvenli kurumlar haline geldikten sonra, üretim süreçlerine kadınlar ve LGBTİQ+’lar ikincilleştirilmeden katılım sağlayabilir. Üniversitenin feminist özsavunma örgütünün inşasıyla erkek şiddetine karşı mücadele edilirken, alan çalışmalarıyla (feminist, hukuk, feminist sağlık, feminist iktisat…) feminist bilgi üretim süreçleri garanti altına alınmalıdır. Üniversitenin feminist dönüşümü anlamına gelen bu iki uçlu süreç aynı zamanda toplumun da feminist dönüşümünün iddiasını taşır. Bu iddiayla oluşmuş devrimci bir pratik program dünyayı değiştirmeyi değil, yeni bir dünya yaratma hedefine sahiptir.

1 Nadira Kadirova, İpek Er, Gülistan Doku, Yeldana Kaharman cinayetleri

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir