Deprem Sonrası Hatay Deneyimim: Kimliklerimiz Dayanışmaya Engel mi? – Tuna Handro
Her insanın kimliği, cinsiyeti, cinsel yönelimi ve inançları farklıdır. 6 Şubat sabahı Maraş merkezli deprem, tüm bu farklılıkları bir kenara bırakarak üniversiter bir sorumlulukla karşı karşıya kalmamıza neden oldu. Depremin ilk sabahı “Ne yapacağız? Nasıl yapacağız?” diye düşündüğümüz o odada aslında hepimizin aklından benzer şeyler geçiyordu; “Okumuş insan halkın yanındadır”[1] aklıyla Hatay’a gitmek… Kendi cinsiyet kimliğimden dolayı orada benim için olumsuz deneyimler yaşayabilirdim, AKP’nin 20 yıldır durmadan halka pompaladığı LGBTİ+ nefreti ve düşmanlaştırma politikalarıyla birlikte hiç tanımadığım bir coğrafyaya krizli bir anda gitmek benim için kolay değildi ama ne olursa olsun bu sorumluluğumdan daha önemli olamazdı. Bunu düşünerek hareket edemezdim. Bir üniversiteli olarak, halkın haklarını ve toplumsal eşitliği savunmanın bu pratik yolu, benim için bir zorunluluktu. Bu memlekette üniversiteli olmak bambaşka bir şey; yeri gelir okuluna atanan kayyuma isyan ederiz, yeri gelir sırt çantasında bir projeksiyon bir laptop ile köy köy gezerek film götürürüz o köylere, umut oluruz memlekete. Ancak en önemlisi halk yararına bilim üretmek için üniversiteli oluruz. 6 Şubat depremlerinde, pandemide de olduğu gibi yine ilk vazgeçilen biz üniversiteliler olduk. Halka bilim üretmeli dediğimiz üniversiteliler gece yarısı yurtlarından atıldı ve birçoğumuz, bizim için anlamı şiddet olan aile evlerine mecbur bırakıldı. Oysa halkın büyük bir kesimini doğrudan etkilemiş olan bu depremde memleketi de yeniden kuracak yer üniversitelerdi. Yıllardır yasak olmasına rağmen denetimsiz yapılmış binalardan yayılan asbeste çareyi üniversitelerimizin laboratuvarlarında biz bulabilirdik, depreme en uygun şekilde yeniden kurulacak kentin peyzajını biz yapabilirdik. İlk adımlarDepremin 20. gününde Hatay’a doğru yola çıkan ekipteydim. Daha önceden giden yoldaşlarımız her ne kadar alandan aktarım yapıyor olsalar bile tam olarak beni nelerin beklediğini kestiremediğim bir yolculuktu. Sabah erken saatlerde Hatay’a ulaştığımızda gördüğüm manzara tahmin ettiklerimden çok daha kötüydü. Kent sınırlarına girdiğimiz andan itibaren otobüsteki herkes sessizce ve şok olmuş biçimde camdan yıkıntılara bakıyordu. O yüzleşme anı her birimiz gibi benim de öfkemi perçinlemişti. Aşağıokçular Mahallesi’ne ulaştığımızda ise ilk yaptığımız şey Sevgi Parkı’nda kalanların taşınmasına yardım etmek oldu. Neoliberalizmin rant politikaları ve ihmalleriyle depremde evsiz kalan insanlar, Sevgi Parkı’ndan düzensiz ve programsız bir şekilde kolluk zoruyla çıkartılıyorlardı. Tüm gün araç araç orada bulunan insanlar ve malzemeler taşındı. Sevgi Parkı’ndan taşınan insanların çadırlarını Aşağıokçular’da bir alana kurarken hissettiğim dayanışma duygusunu asla tarif edemiyorum. Kim olduğunun hiçbir önemi yok. “Üniversiteliler burada ve bizimle dayanışıyor” diyor insanlar, ne benim trans olmamın ne de bir başkasının eşcinsel olmasının hiçbir önemi kalmıyor; önemini koruyan tek şey “üniversiteliler burada” oluyor. Aşağıokçular’da geçen üç günün ardından Yeşilpınar Mahallesi’ne bir ekip çıkarttık. Oraya bizden daha önce giden birileri olmadığı için kalacak yer, beslenme gibi imkanlar henüz yoktu. İlk birkaç gün git-gel yaptıktan sonra oradaki konteynırın temizliği yapıldı. Artık orada kalacaktık ancak tabana sermek için sadece birkaç tane eski köy evlerinde bulunan minderlerden vardı, kişi sayımıza göre çok yetersizdi o yüzden ilk elden bulabildiğimiz kartonları tabana serip onların üzerinde uyumaya başladık. Yeşilpınar Mahallesi’ne yerleştikten sonra artık “Okumuş İnsan Halkın Yanındadır” çalışmaları daha düzenli hale gelmişti. Çıkarttığımız programla birlikte haftanın her günü oradaki çocuklarla etkinlik yapıyorduk, liselilerle de kitap okuyup soru çözüyorduk. Tabii ki de “Okumuş İnsan Halkın Yanındadır” bundan ibaret değildi. Soru çözüm saatleri bittikten sonra da devam ediyordu, hepimiz gibi oradaki halk için de güvenli bir alan olmuştu bulunduğumuz yer. Akşamları soba başı sohbetleri, gençlerle geçirdiğimiz eğlenceli vakitler, hepsi çok şey ifade ediyordu oradaki insanlar için. Deprem öncesinde de zaten şehir merkezine daha uzak bir yerleşim alanında olduğu için birçoğunun aslında hayatında hiç görmediği şeylerdi orada yaptığımız tiyatro, film gösterimi, bilim atölyeleri gibi faaliyetler. 8 MartKentlerimizde sabırsızlıkla beklediğimiz, aylar öncesinden hazırlığını yaptığımız 8 Mart; bu sene alışık olduğumuzdan daha farklı bir biçimde olacaktı. Ama benim için asıl farklı olan kısmı kendimi orada nasıl var edeceğimdi. Açık kimlikli değildim ve oradaki insanlar genellikle 8 Mart için sadece kadınları özne görüyorlardı. Bu yüzden yapılacak bir etkinliğe katılmak istesem de katılmam durumunda direkt kadın olarak varsayılacağıma dair endişelerim oluştu. 8 Mart’ın sabahına uyandığımızda kadın arkadaşlarımız liseli kadınlarla birlikte ilk etkinliklerine başladı. İlk etkinlik daha çok feminizm ve 8 Mart’ın tarihi üzerine ettikleri sohbetti ve ben katılmamıştım. Daha çok uzaktan gözlemliyor ve yanlarına gitmeye çalışan genellikle liseli olan erkekleri uzaklaştırıyor, neden gitmemeleri gerektiğini anlatıyordum. Daha sonrasında kadın arkadaşlarımız ve oradaki kadınlar, üzerinde “Feminist Dayanışma Yaşatır” yazan bir pankart hazırlayacaklardı. Öznesi olduğum bir alanda var olamadığım için kendimi gerçekten kötü hissediyordum ama açık kimlikli olmam da benim için güvenli olmayacağından dolayı “Yapabileceğim bir şey yok” diye düşünmüştüm. Ama kadınlar pankartı bitirmeye yakın aklıma başka bir fikir geldi. Pankartın üst köşesine gökkuşağı çizeceklerdi ama elimizde sadece birkaç renk boya vardı ve bazı renkleri karıştırarak elde etmemiz gerekiyordu. İlk olarak “ben de renk çıkarayım” diyerek dahil olduğum pankart hazırlığında. Daha sonrasında pankartın gökkuşağı kısmının boyamasına da katıldım. Gökkuşağını boyarken oradaki gençlerle LGBTİ+ varoluşu üzerine çok ufak bir muhabbetimiz oldu ama birçoğu ya hiç duymamış ya da LGBTİ+’lar hakkında konuşmaktan utanıyorlardı. Daha sonrasında içlerinden birisi bir anda “Ben biraz biliyorum aslında” dedi ve o an gözlerim gerçekten dolmak üzereydi, sevinçten çığlık atacaktım. Bir arkadaşının gökkuşağının sembolleşmiş anlamı hakkında ona bir şeyler öğrettiğini, ondan duyduğu kadarıyla biraz hatırladığını söyledi. Benim için gerçekten en mutlu anlarımdan birisiydi. Lubunya olduğunu düşündüğüm birileri, arkadaşı aracılığıyla da olsa beni güvenli alan olarak görebilir düşüncesiyle inanılmaz heyecanlanmıştım. Feminist üniversite aklı yegâne pusulamızdır“Neden sakalın yok?”, “Abi misin, abla mısın?”, “Abi senin sesin neden ince?”… Her gün bunlara benzer onlarca soru duyuyordum ya da direkt kadın olarak varsayılıyordum, bu benim için alışılageldik bir şey değildi. Kampüsümde mücadelesini verdiğim onca şeye, Hatay’da çoğu zaman sessiz kalmak zorunda olabiliyordum. Çünkü üniversitelilerdeki dönüşüm, üniversitelinin bilimle kurduğu bağın kuvveti ve sistemle kurduğu bağın nispeten daha zayıf olmasından kaynaklı çok daha hızlı gerçekleşse de neticede ileri ve geri yönleriyle orası bir mahalleydi. Elbette orada da “LGBTİ+ haklarının insan hakları olduğu” mücadelesini veriyordum lakin mahalle koşulları başkaydı. Halkın bu konudaki bakışı doğrudan iktidarın politikalarıyla şekillenmişti. Kafamı karıştıran şeyler çok farklı değildi. Hangisi mantıklı karar veremiyordum, kimliğimin açık olması çalışmamızı ve beni nasıl etkiler bilmiyordum. Bir tarafım “Açık ol, açık ol ki mahalledeki LGBTİ+’lar seni güvenli alan olarak tanımlayabilsinler” diyor, diğer tarafı “Açık olursan burada hayatta kalamazsın, çalışmamızı tehlikeye atabilirsin” diyordu. Mahallenin “delikanlı” gençlerinin yanlarından her geçtiğimde arkamdan söylediklerini duyuyordum ya da çocuklar gelip “Falanca sana top, ibne diyor” diye söylüyorlardı. Sineye çekiyordum her seferinde. Her kendimle baş başa kaldığımda yine aynı ikilemleri yaşıyordum. Üniversiteli olmanın sorumluluğuyla çıktığımız bu yolda herhangi bir şeyin “Okumuş İnsan Halkın Yanındadır” kampanyasına köstek olmasına müsaade edemeyeceğim bir alanda kimliğimle çatışmak bana alışkın olduğumdan daha farklı hissettiriyordu. Her yoldaşım aslında benzer şeyler yaşıyordu, her ne kadar pandemiyle uzak kalmış olsak da daha öncesinden kampüslerimize nazaran o an çok daha farklı bir alandaydık. Ama tabii ki tüm bu farklılıkların yanında durumu benim için ekstra olarak farklı kılan şey trans erkek kimliğim oldu. Kampüsümde karşılaştığımda asla sessiz kalmayacağım olaylara karşı görece sessiz kaldım. Ama her seferinde kendimi bir üniversiteli olarak sorumluluklarımı düşünmeye ve ona göre hareket etmeye şartlamıştım. Motivasyonum asıl olarak oradaki dayanışma ruhundan ve deprem bölgesinde bu ruhu oluşturan devrimci iradeden geliyordu. Bu iradenin bana Hatay’da öğrettiği esas şeylerden biri de dayanışmanın kimliklerin çok ötesinde olduğuydu. Ne kadar zorlansam da arkama dönüp baktığımda bana sarılabilecek onlarca yoldaşım vardı. Hatay’ın yeniden kurulması mücadelemiz elbette bitmedi, feminist üniversite aklı bu konudaki yegâne pusulamızdır.
Dipnot:[1] Öğrenci Kolektifleri tarafından üniversitelerdeki neoliberal dönüşümün üniversitelilerin aydın karakterini aşındırmaya karşı başlatılan, bugün Üniversiteli Feminist Kolektif’le birlikte yürütülen bir kampanya. Kampanya yaz aylarında gönüllü ünversitelilerin, yoksul mahallelerde kurdukları alternatif yaz okullarıyla simgeleşti. Ancak kampanya kapsamında farklı depremlerde dayanışma çalışmaları da yürütüldü.