100 Gün Kaç Gündür? – Gülşah Şahin
“Nereye gidersen git, bu toprakların kokusu kalacak zihninde
Ezberlediğin yüzlerin kalabalığından gözlerin ama olacak
Zahter kokusunda boğulacak ve yeniden doğacaksın her defasında
Bu topraklar artık peşini bırakmayacak.”
Depremin üzerinden 3 ayı aşkın süre geçti. Bir gece yarısı gelen telefon aramalarıyla ve ardından gördüklerimizle hayatımız değişti. 3 aydır öfkemiz yeri ve göğü, dünü ve bugünü sarıyor . Yasımız ve isyanımız bizi birbirimize bağlıyor. Görünmez olan ama bir bakışla, omuzumuza dokunan bir elle, verilen bir bardak suyla ve buğulanan gözlerimizin yoldaşlığı ile yaşıyoruz.
Burada yaşıyoruz çünkü gördüklerimizden sonra yeniden bir yaşam kurmak için yola çıkmasaydık değil birbirimizin yüzüne aynada kendi yüzümüze dahi bakamazdık. Bunun bilinciyle atıyoruz her adımımızı. Hepimiz için milat olan 5 Şubat gecesi sadece binalar yıkılmadı. Kökümüz, tarihimiz, hayallerimiz ve yaşantılarımız gözlerimizin önünde yerle bir oldu. O günden sonra deprem bölgesinde zaman kavramı çok değişti. Günler bizim için uzun veya kısa değil artık, aç mı tok mu yatacağız bunu düşünüyoruz. Kentlerimizin üzerindeki asbest kokusu sadece bir kimyasal değil, içinde anılarımızın olduğunu en derinden hissediyoruz her soluğumuzda. Ondandır ki gözlerimiz sadece yandığı için dolmuyor. Sanki burada zaman 3 aydır bir salyangozun sırtında ilerliyor. Bir o kadar durgun, bir o kadar ağır…
Zaman bir o kadar durgun ve ağır ilerlerken birbirimizden güç aldığımız omuzlarımız çadırlar kurdu el birliğiyle. Sıralanan yaşam zincirleri yeni bir yaşamı kurmanın iradesini hissettiriyordu. Keza öyle de oldu. Çamaşırhane, aşevi, revir, sınıf, kütüphane ve çay evi derken el birliğiyle kolektif yaşamın en acemi ama en gerçek halini örgütledik. Sadece bugünün yaşamını değil geleceğimizi de kurmanın umudu ile üniversiteye hazırlanan gençlerle taleplerimizi yükselttik, kadınlarla çocukların eğitim haklarını tartıştık. Mahallemizin çöpünden tuvaletinin temizliğine şekillendirdik yaşamımızı ve alanımızı. Film festivallerimiz ile yıllardır baştan sona bir filmi izleyememiş kadınların heyecanı olduk ve aynı heyecanı hissettik iliklerimize dek. Tüm bunların iddiası şudur: En güzelini, en profosyonelini yapmayı değil; kolektif, yarını da örgütleyen, aynı sorunu dert edindiğimiz, herkese ihtiyacı kadar ve herkesten yeteneğine göre kurulan yaşamın bir ucundan tuttuğu, emeğimize sahip çıkmamızın söz ve yetki hakkımıza dönüştüğü bir hayat tahayyül ediyoruz.
Sevgili Didem’in “yalnız benim değil, ülkemin geçmişi de acıyor şimdi” dediği yerdeyiz. Geçtiğimiz sokaklardaki adımlarımız 7 kez yıkılıp yeniden kurulan bir kentin hikayesini fısıldıyor usul usul. Bu süreçte yaralarımız kabuk tutmadı elbet, onlar da usul usul kanamaya devam etti. Birbirimizin yarasına pansuman olmayı bazen içtiğimiz bir kahvede, bazen anılarımızı anlatırken bazen ise döktüğümüz gözyaşıyla deneyimledik. Kimi zaman ise gülümsemelerimizden yayılan sıcaklığa bıraktık kendimizi. İçtiğimiz o güzel kokulu kahveler olmasa kadınların binbir hikayesini nasıl öğrenecektik? Anılarımızı anlatırken birbirimize açtığımız feminist yollar gözlerimize çizdiğimiz sürmelere dönüştü. Kadınların iş bırakma hikayelerini dinledik, çadırları nasıl düzenlediğini dinledik; tuvaleti nasıl temizlediğini, hastasına nasıl baktığını, fabrikada çalıştığı parayla çadırının ihtiyaçlarını alma gayretini dinledik. Hayal kırıklıklarını dinledik bir de, gençken yazar olmak isteyen kadınların önüne nasıl taş konulduğunu, koku uzmanı kadınların bu kadim mesleği nasıl bırakmak zorunda kaldığını, dünyanın yükünü çeken kadınların bir mutfak tezgahında “Nasılsın?” Sorusuna “yoruldum” diyip gözlerinin doluşunu… Geçmişimizin, bugünümüzün ve geleceğimizin acıya boğulmaya çalışıldığı bir yerde taze zahterlerle yaptığımız salata tabaklarında Şahmaran’ı, Daphne’yi ve daha nice kadını konuştuk. Tante Rosa’yı okuduk sonra, okuduğumuz her sayfada yüzümüz aydınlandı. Akıttığımız irinlerimizi yanıbaşımızdaki sazlıklara atıp öyle döndük çadırlarımıza.
Yazının en başına dönecek olursak, 100 gün kaç gündür? 100 gün, gözleri güneş gibi parlayan, yüzündeki çilleri Hatay sıcağı ile yeniden çıkmaya başlayan güzel çocukların umududur. Kentini yeniden kurma iradesi ile her sabah önlüğünü giyip çay evini açan halkındır. Bir elinde reyhanı bir elinde bahuru ile hakkını helal etmeyenlerindir. Kilometrelerce yoldan gelip içinde yeşerttiği umutla geleceği hakkında söz sahibi olanlarındır. Gençlerin ellerinde şiiri, sazı sözü ile her daim hazır bulunuşudur. Dünyanın yükünü omuzlayan kadınların birbirine omuz oluşu ve kenti yeniden kuruşudur.
Attığımız adımlarla bir hikayenin harflerini diziyoruz teker teker. Son derece temkinli yanı başımızdakini ürkütmeden aksine güç vererek. Birbirimizden güç alarak ve birbirimize güç vererek. Acemi ama bir o kadar özverili olduğumuzun farkında olarak diziyoruz harflerimizi. Yıllar sonra aynaya baktığımızda yüzümüzde büyüklü küçüklü güneş lekelerinin, güneşe bakmaktan oluşan çizgilerimizin ve ruhumuzdaki yaralarımızın izlerini göreceğiz. Çünkü bu topraklar peşimizi bırakmayacak.