Suç nereden geldiğimde DEĞİL. Suç KAPİTALİZMİN şoven maskesi: ATAERKİDE – Zehra Akbıyık
Baktığımızda savaş, temelinde sembolik bir tecavüzdür; “kazanan” tarafı “egemen olmak” ile niteleyip, diğer tarafı kadına yüklediği eril kelimelerle tanımlar. Arkadaşımın “savaşı başlatıp halkları öldürenler ile o halkı “kurtaranlar” aynı mıdır?” sorusuyla bunu düşünmeye başladım.
Merhaba, Gönüllü Velilik programı kapsamında Suriyeli öğrencilerin derslerine yardımcı olmak ve yaşadıkları iletişim problemini aza indirgemek amacıyla bir yıl boyunca Basmane’de çalışma yürüttüm. Bu bir yıl içerisinde yaşadıklarım ve gözlemlediklerim üzerine bu deneyim yazısını yazıyorum. Öncelikle Suriyelilerin sahip oldukları haklardan bahsetmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Suriyeliler geçici koruma kanunu yönetmeliğince( “Geçici Koruma Yönetmeliği’ne göre bu rejim, ülkesinden ayrılmaya zorlanmış, ayrıldığı ülkeye geri dönemeyen ve bireysel ya da kitlesel olarak Türkiye sınırlarına gelen ya da Türkiye sınırlarından geçen ve koruma başvuruları bireysel olarak değerlendirmeye alınmayan yabancılara uygulanmaktadır.” (1) ) yabancı kimlik kartı çıkarıp eğitim, sağlık ve çalışma haklarına sahip olabiliyorlar. Bu haklarıyla var olup olamadıkları sorusunu kendi çıkarımlarımla, örneklendirerek açıklamaya çalışacağım.
Çalışma İzni, Çalışma Koşulları?
İşverenin Suriyeli için çalışma iznine başvurması gerekir ve bu çalışma izni sadece başvurulan yer için geçerlidir. Bir başka iş yerinde çalışmak isteyen kişiler için yeni işveren tekrar çalışma iznine başvurmalıdır. Böyle bir durum söz konusuyken ve çoğu Suriyeli haklarının farkında değilken ya da zaten bu ülkede hangi hakkın kim için var olduğu tartışmalıyken; çoğu Suriyeli çalışma izni olmadan, çalışmaya elverişli olmayan koşullarda ve emeğinin karşılığı olmayan bir ücrete çalışmak zorunda bırakılıyor. Bu çalışma şartları sadece yetişkin bireyler için değil maalesef çocuklar için de geçerli. Bu durumla ilgili Basmane’de tanıdığım bir oğlan çocuğunu örnek vermek istiyorum. Kendisi ben onu tanıdığımda 10 yaşındaydı ve okumak istemesine rağmen ekonomik durumları –ülkenin büyük bir kısmı gibi- iyi olmadığı için çalışıyordu. Haftanın altı günü günde 10-12 saat, pazar günleri de 5-6 saat çalışıyor ve bu emeğinin karşılığında haftada 140 TL alıyordu. Nasıl ki mülteci olmayan çalışan, alması gerekenden oldukça az bir ücrete, herhangi bir sosyal güvencesi olmadan çalışmak zorunda bırakılıyorsa, ötekileştirilen insanlar için bu sömürü çok daha kolay bir şekilde yapılabiliyor. Aslında emeğin sömürüsü kapitalist sistem içerisinde herkes için devam ediyor. Bu durum bizi kriz koşulları içerisinde yaşamaya, daha uzun saatler çalışmaya, ek iş yapmaya zorluyor; alım gücümüz azalıyor, geçinemiyoruz, yaşam alanlarımız gasp ediliyor. Bu koşullar altında ne insanca, ne eşit, ne de özgür bir şekilde yaşayabiliyoruz, sadece nefes alabiliyoruz.
Sadece nefes almak yaşamak mıdır ki?
Yaşamanın sadece nefes almaktan ibaret olmadığını fark ettiğimiz bazı anlarda bu durumda olmamızın nedeni olarak bir suçlu göstermek istiyoruz. Genellikle bu durumda kapitalizmi, sürdürücülerini, işbirlikçilerini ve savaş sorumlularını suçlamak yerine devam eden sömürüye ortak oluyoruz. Bu durumda da mültecileri suçluyoruz. Bu suçlamalardan etkilenen kesimin de büyük bir çoğunluğunu çocuklar oluşturmakta. Mesela ders verdiğim beşinci sınıfa giden Suriyeli kız öğrencim, içerisinde “suri” diye bir hitap kelimesi geçen tekerlemeyle akranları tarafından defalarca rahatsız edilmişti. Okula gitmek istemediğini çünkü arkadaşlarının onunla dalga geçtiğini söylemişti. Annesinin okula birkaç kez gidip şikayet etmesinden sonra bu durum kesilmişti diye hatırlıyorum. Kesilmese bile belki de bu durum onun hayat akışının “normali” haline gelmişti tıpkı diğer Suriyeli çocuklar gibi. Ben akran zorbalığının nedenlerinden birini de çocukların belirli bir yaşa kadar ailelerinin söylemlerini taklit edip, doğru saymaları olarak görüyorum. Her ne kadar aileler bu olayı çocuklar arası bir çatışma hali olarak görse de bence bu olay kapitalizmin ve patriyarkanın çocukların tekerlemelerine kadar işlediğinin bir kanıtı.
Kadınlar, dil problemi ve eril tahakküm
En büyük sorunlardan biri olan dil problemini en çok yaşayanlar kadınlar.Eril aile yapısı kıskacına takılmış çoğu kadın gibi Suriyeli kadınların büyük bir kısmı da ev işleri, çocuk bakımı gibi üzerlerine yüklenen cinsiyet rolleri nedeniyle sadece ev ile kısıtlanmış durumda. Kadının çalışmasını “doğru” bulmayan eril zihniyet kadının bir hayatı olmasını engellemeye çalışıyor. Dışarısıyla bağlantısı sadece eşi doğrultusunda kurulabilen(buna zorlanan) kadınlar, dil problemini en çok yaşayan kesimi oluşturuyor. Kadınların yaşadığı zorluklardan bahsederken şahit olduğum bir olaydan bahsetmek istiyorum. Tanıdığım Suriyeli bir kadın bulaşık yıkarken elini derin bir şekilde kesmiş. Biz hastaneye gitme konusunda ısrar ettik ama kadın, eşinin gelip onu alacağını söyledi. Ardından telefonla görüştüler ve eşi ona kendisini beklemesini söyledi. Biz kadını ikna edemedik ve elindeki kesikle bir saat kadar eşinin gelmesini bekledik. Bu olay karar verme, bunu uygulama hakkı gasp edilmiş kadınların yaşamından bir kesittir. Tabi bu deneyim bütün Suriyeli kadınları kapsamamakla birlikte var olan eril tahakkümün bir yaşanmışlığıdır. Kadınlar olarak uğradığımız şiddetin, tecavüzün suçlusu sayılıyoruz, giydiğimiz eteğin boyu, ne içtiğimiz, kaçta sokakta olduğumuz sorgulanıyor.
Suriyeliler kendilerini ne kadar buraya ait hissediyorlar?
Basmane’de çalıştığım süre boyunca karşılaştığım çoğu aile Almanya ya da Kanada gibi ülkelere gitmeye çalışıyordu. Benim öğrencim Suriye’ye geri dönmek istiyordu. Başka bir ülkeye gitme yasal durumu ile ilgili şu bilgiyi vermek istiyorum: “Geçici koruma uygulamasına dâhil olan kişiler, başka bir ülkede bulunan eşi, ergin olmayan çocuk ya da çocukları ya da ergin olup da bağımlı bir durumda olan çocukları ile Türkiye’de bir araya gelmek için aile birleşimi talebinde bulunabiliyorlar.” Bazı aileler bu talep ile gitmeye çalışırken bazı aileler yasal olmayan yollardan geçiş yollarını deniyorlar. Bu durum üzerine düşündüğümde ilk başta kendilerini buraya ait hissetmediklerini, alışamadıklarını düşündüm. Sonra bunun üzerine geçen bir konuşmada bir arkadaşım “aslında buraya alışmışlar” dedi. Evet, belki yıllardır bu memlekette yaşayan insanlar gibi bu ülkeye alışmışlar, onlar da buradaki birçok insan gibi başka bir ülkeye gitme hayaliyle yaşıyorlar. Türkiye’ye alışmak da böyle bir durum çünkü.
Kapitalizmin ataerkil yapısı bugün savaşı başlatıp halkları öldüren yarın halkları kurtaran şoven bir maske takmıyor mu?
Savaştan en çok etkilenen kesimi de kadınlar ve çocuklar oluşturur. Baktığımızda savaş, temelinde sembolik bir tecavüzdür; “kazanan” tarafı “egemen olmak” ile niteleyip, diğer tarafı kadına yüklediği eril kelimelerle tanımlar. Arkadaşımın “savaşı başlatıp halkları öldürenler ile o halkı “kurtaranlar” aynı mıdır?” sorusuyla bunu düşünmeye başladım. Benim bu soruya cevabım evet çünkü ben çalışmak zorunda kalıp okuyamayan, olmayan eğitim sisteminin dışarıda bıraktığı, şiddete uğrayan çocukları gördüm. Evinde yatağı olmayan,yeterli yiyecek bulamadığı için zayıf düşmüş, yakacak bir şeyleri olmadığı için kendi ders kitaplarını yakan çocukları duydum. 21 yaşında dördüncü çocuğuna hamile olan, evden çıkmasına izin verilmeyen, çalıştırılmayan, şiddete uğrayan birçok kadın tanıdım. Bu insanların hepsi toplum nezdinde savaşta ölmediği için, Türkiye’ye kaçabildiği için “şanslı” sayılan insanlar. Yani bu insanlar başlatılan savaştan, kurtarıcı olarak çıkanların yarattığı “huzur ve güven ortamında yaşayan” insanlar.
“Kurtarılan” insanlarla birebir temasım arttıkça insanların söylemlerinin ne kadar önyargılı olduğuna ve onların hayatında nasıl bir yıkım yarattığına şahit oldum. Şimdi geri dönüp baktığımda bu bir yıl savaşın yarattığı yıkımla yaşamaya çalışan ve onları suçlayanların kendince inandığı bahanelerle insanca yaşamaları engellenen insanların hayatlarına kapı aralığından bakmamı sağladı.
Kaynakça
(1)http://www.mhd.org.tr/images/yayinlar/MHM-1.pdf
(2) http://www.mhd.org.tr/images/yayinlar/MHM-7.pdf
http://www.mhd.org.tr/images/yayinlar/MHM-10.pdf