Mezarlarımıza Bağlanan Mor Fularlar- Gülşah Şahin
Dün Azra’nın cenazesindeydik. Adana’dan çıktık yola, yaklaşık 25 kadındık. Yolda GBT bahanesiyle durdurulduk, cenazeye yetişemeyelim diye kestiler önümüzü. İnancımızı ve kararlılığımızı görünce GBT’yi yarıda kestiler, ama yetmedi. Bu kez de yolda giderken polis aracı otobüsümüzün önüne geçti ve hızımızı yavaşlatmaya çalıştı. Niye anlatıyorum bunları? Çünkü cenazeye giden yolda yaşadıklarımızın hiçbiri Azra’nın katledilmesinin köşe taşlarından bağımsız değil, bunu görelim istiyorum. Sosyal medyada, kamuoyunda çok ses getirdi evet. Ama yine melek kanatları, “yazık kızcağıza” yakınmaları, etrafındaki kadınlara şiddet uygulayan erkeklerin “vah vah” ları, cinsiyetçi küfürlerle ve erkekliğiyle yüzleşmeyen erkeklerin gönderileri de vardı. Herkes tüm bunları konuşurken, kimse Azra’nın, yani aslında üniversiteli bir kadının, hayata tutunma çabasına değinmedi. Azra’nın yaşadıklarını milyonlarca kadın yaşıyorken, kimse bunun politikliğine yanaşmadı. Gerçekten bu ifşanın en yakın olduğu an bir kadının Twitter’da paylaştığı tweetti. Tweette şöyle diyordu paylaştığı görselle birlikte: “Az önce bir iş görüşmesine geldim. Asansörde ‘Yukarıdaki adam tacizci, oraya gitmeyin’ yazan bir kağıt buldum. Aklıma Azra geldi. ’’
Üniversiteyi özgür bir yaşamın ilk adımları olarak görmek
Lise son ile beraber ailemizle iyice ayyuka çıkan çelişkilerimiz- özellikle ailedeki erkeklerle- bizi üniversiteye bir adım daha yaklaştırıyor. Üniversitede nitelikli, bilimsel eğitim görme kaygısından ziyade özgür bir yaşamın ilk adımlarını atmak için üniversiteye gidiyor birçok kadın. Tabi ki tercih dönemlerimizde yine ailenin baskısını hissediyoruz, bulunduğumuz ili veya en kötü ihtimalle yakın illeri yazmamız için. Çünkü YÖK başkanı çıkıp “Kızlarınız bizlere emanettir” diyebiliyor. Mahallemizdeki kuran kurslarından söylenen sözü anımsatıyor bana hep bu söz. Küçüklüğümden beri kuran kurslarının önünden geçerken az önce bahsettiğim sebepten ötürü hep kendimi kötü ve güvende değilmiş gibi hissetmişimdir. Ki zaten Ramazan aylarının vazgeçilmez isimlerinden, sahur programlarının baş sunucusu Nihat Hatipoğlu’nun Erdoğan tarafından bir üniversiteye rektör olarak atanması da bize YÖK- devlet- aile denklemini çok daha net gösteriyor.
Üniversiteye geçtiğimiz ilk yıl özellikle; bulunduğumuz mekanı, ilişkileri, akademiyi, şehri anlamaya ve tanımaya çalışırken kendimizi güvende hissetmediğimiz alanlarda bulabiliyoruz. Yine kendimizi var edebilmek adına ve aynı zamanda o alandan çıkma gücünü de bulamadığımız için kalmayı tercih edebiliyoruz o alanlarda. Aile baskısı ve denetimi devam ederken devlet ekonomik olarak da bizi dışa- yani aileye veya bir işe, başka özel bir bursa- bağımlı hale getiriyor. Gerçekten tüm yurt ücretleri, ulaşıma gelen zamlar ve diğer her şeyle beraber düşünelim: Bir üniversite öğrencisi aylık 650 lirayla geçimini nasıl sağlayabilir? Ailemizden ekonomik olarak destek almayı veya özel burs almayı reddedebiliyoruz, çünkü bu aynı zamanda onlara bir denetim aralığı sağlıyor. Eve kaçta gittiğimizden giyindiğimiz kıyafete, yurttan giriş çıkışımızdan arkadaşlık ilişkilerimize kadar denetleniyor ve sınırlandırılıyoruz. Bunun en net örneğini yanı başımdaki bir kadında görmüştüm. KYK yurduna arkadaşımı kendisi sayesinde yerleştirildiğini iddia eden erkek, kadını “Eğer istediğim gibi davranmazsan KYK yurdundan attırırım seni.” diyerek tehdit etmişti. Aynı zamanda ekonomik desteğiyle beraber o kadını kendisiyle görüşmeye zorluyordu. Denklemin en somut hali bu aslında: hayatımızda binlerce gözetim merceği var ve bunlardan birisi- en etkililerinden biri- az önce bahsettiğim şeyler.
Özerkliğimizi ilan etmeye çalışırken patriyarkanın başka sınırları içinde sıkışıyoruz
Ekonomik olarak ailenin denetiminden sıyrılabilmek adına, bu kez de iş aramak zorunda kalıyoruz. Bulduğumuz işlerin çoğunda tacize, mobbinge ve diğer şiddet hallerine maruz bırakılıyoruz erkekler tarafından. Sesimizi çıkardığımız, tepki gösterdiğimiz an işimizden kovuluyor ve yeni bir iş aramak için düşüyoruz yollara. Şule’yi düşünelim. Şule ve Azra’nın yaşadıklarını kim ayrıklaştırabilir, kim “İkisi farklı olaylar” diyebilir? Veya Özgecan’ı, Güleda’yı, Ceren Damar’ı, Gülistan’ı unuttuğumuz ve adını hatırlamadığımız yüzlerce üniversiteli kadından kim ayırt edebilir? Az önce saydıklarım da sayamadıklarım da hayatında kendi özerkliğini inşa etmeye çalışan kadınlardı. Her gün üzerinden geçtiğimiz patriyarkanın dikenli yollarını arşınlayan duygudaşlarımızdı. Dünkü cenazede her şey bir anda oldu bitti zaten, bizler cenazenin kaldırılmasına yetişemedik ama yine de mezarlıktaydık. Birbirinin yanından geçen kadınlar, birbirinin kollarını sıvazladı. Birbirini tanımayan kadınlar onlarca erkeğin içinde birbirinden güç aldı. Sonra bir arkadaşımız çıkardı mor fularını, Azra’nın mezarının başındaki tahtaya bağladı. Birkaç dakika sonra ayrıldık oradan. O mor fular orada kaldı..
Hayatım boyunca unutamayacağım o mor fuları. 8 Mart alanlarında yan yana halaya durduğumuz zaman elimizde, saçımızda, boynumuzda olması gereken fuların bir sıra arkadaşımın mezarının başında olmasını unutamayacağım. Hiç birimiz dillendirmedik ama, dün birbirimize feminist bir üniversitenin- feminist bir ülkenin sözünü verdik bakışlarımızla. Bir kişi daha eksilmemek için, bir feminist yoldaşımızı daha yitirmemek için polis ablukalarını aşan sesimizle, önümüzü kesmeye çalışan jandarmayla ettiğimiz kavgayla “Yere düşen kirpiğimizin hesabını soracağız” dedik. Emniyetin Azra’nın telefon sinyaline günlerce ulaşmamasının, katili ilk gözaltıda serbest bırakmanın ardından gelen baskıyla tutuklamasının; RE-MAX’ın katille bağlarını tamamen yokmuş gibi gösterip kendini aklamaya çalışmasının hesabını soracağız. Er ya da geç soracağız.
Bir kez daha söylemiştim, patriyarkanın sunduğu bu engebeli ve dikenli yolda okyanuslar ötesinden birbirimize söz verelim demiştim. Birbirimizi yaşatmak ve yaşamak için.. Mezarlıkta kadınları “Eğer ‘Kadın cinayetleri politiktir, İstanbul Sözleşmesini uygula’ sloganları atılırsa gözaltına alırız” diyen erkek devlete karşı en güçlü sesimizle “Kadın cinayetleri politiktir” diye haykırmak için söz verelim. Feminist üniversiteyi, feminist bir ülkeyi kurmanın ve bunu yaparken de birimize bir şey olursa hepimizin cevap vereceğini göstererek yapalım. Azra’ya, Gülistan’a, Güleda’ya; katledilen- kaybedilen tüm kadınlara ve birbirimize söz verelim.
Taziye evinde biraz daha durduktan sonra tekrar yola çıkmak için ayrıldık. Ayrılırken sarıldık birbirimize, sıra arkadaşımızı kaybetmenin acısını ve öfkesini paylaştık. Bundan sonra ne olursa olsun birbirimizin elini bırakmayacağımızın sözünü verdik. Azra’nın annesi en gerçek haliyle dillendirdi bu sözü: “Nolur bu işin peşini bırakmayalım” dedi. O mor fular kaldı orada, şimdiye dek sökülmüş müdür bilmiyorum. Ama o mor fuları bağlarken arkadaşımın az önce saydığım şeyleri söylediğini biliyorum.