Feminizm ve İlga: 21. Yüzyılda Teoriler ve Uygulamalar -Angela Y. Davis
Angela Y. Davis’in Mayıs 2013’te Chicago Üniversitesi’nde yapmış olduğu “Feminism and Abolition: Theories and Practices for the 21st Century” başlıklı konuşmasının çevirisidir.
Çevirmen Notu: “İlga” kelimesi bu metin bağlamında “abolition” kelimesinin karşılığı olarak hapishane sisteminin kaldırılması anlamında kullanılmıştır. ABD’de köleliğin kaldırılması hareketine referans vermektedir.
Bu muhteşem karşılama için hepinize çok teşekkür ederim. Başta Irk, Siyaset ve Kültür Araştırmaları Merkezi’ne ve Cinsiyet ve Cinsellik Araştırmaları Merkezi’ne teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Chicago’da geçirdiğim zaman süresince beni ağırlayan Tracy Matthews’a da bana göstermiş olduğu harika misafirperverliği için özellikle teşekkür ediyorum. Tracy’yi Michigan Üniversitesi’nde lisans öğrencisi olduğu zamanlardan beri tanıyorum. Birlikte yeniden zaman geçirebilmek çok iyi oldu. Bir süredir tanıdığım ve birçok mücadelede omuz omuza durduğum Profesör Cathy Cohen’a da teşekkür ederim. Chicago Üniversitesi’ne beni çağıran da o aslında.
Yıllardır ilk defa Chicago’da bu kadar uzun zaman geçirdim. Üç, dört gün oldu. Dört gün – tam dört gün olmuş. Dünkü ve bugünkü Chicago, hep bildiğim Chicago’ydu. Salı ve Çarşamba günleriyse şimdiye kadar Chicago’da geçirdiğim en güzel günlerdi! [gülüşmeler] … Tam da “Chicago’da yaşanır!” diye düşünmeye başlamıştım ki… soğuk hava ve rüzgarlar dün geri döndü. Yine de Chicago’yu seviyorum.
Mevsim ne olursa olsun burada olmak çok güzel. Bu harika şehrin mücadelelerle dolu bir tarihi var. Bu şehir, Hay Market Olayı’nın yaşandığı şehir, radikal işçi sendikalarının şehri, Fred Hampton ve Mark Clark’ın polis tarafından öldürülmesine başkaldıran şehir. Bu şehir Porto Riko’luların sömürgeciliğe karşı geldiği şehir. Bu şehir göçmen hakları aktivistlerinin şehri. Ve tabii bu şehir Chicago Öğretmenler Sendikası’nın şehri.
Birkaç sene önce Chicago, Assata Shakur’u destekleme amacıyla ulus çapında başlatılan harekete yeniden hayat verdi. Assata Shakur’un haklarını ve hayatını savunma amacıyla yeni bir kampanya başlatmak için Lisa Brack ve Derrick Cooper, Tracy Matthews, Beth Richie, Cathy Cohen ve daha birçok kişinin çağrıda bulunduğunu hatırlıyorum. Dün 2 Mayıs 2013’te, Assata New Jersey polisi tarafından vurulalı ve eyalet polisi Warner Foster’ın cinayetiyle haksız yere suçlanalı tam 40 yıl oldu. Assata, FBI’ın en çok aranan teröristler listesine giren ilk kadındı.
Neden diye sormamız lazım. Neden terörizmi bir Kadın’ın suretiyle bağdaştırmaları gerekiyordu? Hem de Boston Maratonu’nun bombalanmasının ardından. Neden terörizmi siyah bir suretle bağdaştırmaları gerekiyordu? Boston saldırısından hemen sonra çıkan haberlerde bombacının siyah bir erkek olduğu, siyah değilse de koyu tenli, kapüşonlu bir adam olduğu söylendikten sonra—Trayvon Martin’in hayaleti gibi…
Assata, FBI’ın öne sürdüğü gibi, Boston Maratonu’nu bombalamak için hazırda bekleyen bir tehdit unsuru değil. Terörist katiyen değil. Assata ABD’ye karşı şiddet eylemi gerçekleştirecek biri değilken FBI, Assata’nın en çok aranan teröristler listesindeki tek kadın olduğunu cümle aleme duyurduğunda, bütün bunların altında yatan gerçek nedenler ne diye hepimizin bir durup düşünmesi gerekiyor.
Assata’yla özel bir bağım var; 43 yıl önce ben de FBI’ın en çok aranan 10 kişi listesindeydim. Belki mahkeme sürecimle ilgili yeni çekilen belgeseli izlemişsinizdir. Belgeselde de görebileceğiniz üzere o dönem başkan olan Richard Nixon, beni yakaladığı için FBI’ı adeta resmi bir törenle tebrik etmişti. Bu süreçte ben de terörist olarak yaftalanmıştım. O yüzden bu ideolojik yaftalamanın beraberinde getirdiği tehlikeleri iyi biliyorum.
Bu olayların Assata’nın tutuklanmasından 40 yıl sonra meydana gelmesi bize de geçmişi hatırlamak için bir fırsat. Her şeyden önce, 20. yüzyıldan bize kalan yapılacak daha çok şey olduğunu hatırlatıyor bu olanlar. Özellikle de bizim gibi barışı destekleyen kişilere. Irk, cinsiyet, cinsellik için adalet isteyen, kapitalizmin mahvetmediği bir dünya isteyen bizlere.
Radikal ve devrimci hareketlerle hatırlanan 1960’ların üzerinden kırk sene geçti. Ancak tarih bakımından ’60lara uzak olmamız, ırkçılık, emperyalist savaşlar, cinsiyetçilik, homofobi ve kapitalist sömürünün olmadığı bir dünya kuralım diye kendi canlarını feda etmiş, hala da feda etmeye hazır olan kişileri savunma ve onları özgürleştirme sorumluluğumuzdan muaf kılmaz bizi.
(Artık biraz acele edeceğim çünkü 45 dakikam kaldı. Dün yaşananlardan sonra Assata ile ilgili birkaç şey söylemek istemiştim ve konuşmamın giriş kısmını biraz değiştirdim.)
Şunu belirtmek istiyorum ki insanların hafızası kuruluşların, özellikle de baskıcı kuruluşlarınki kadar uzun değil. J. Edgar Hoover’ın hayaleti hala FBI’ın yakasında. CIA ve ICE (ABD Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza) da ırkçılığa, savaşa ve kapitalizme son vermek için gösterilen toplu mücadeleleri dün gibi hatırlar. Tabii Homeland Security (Ulusal Güvenlik Merkezi) için de birkaç şey söylemek lazım. Bush yönetiminde kurulmuştu, hatırlarsınız. Homeland Security hem FBI’ın hem de CIA’in hafızasını devraldı diyebiliriz.
Ama Leonard Peltier hala parmaklıklar ardında. Mondo we Langave Ed Poindexter da 40 yıldır hapiste. Assata’nın yoldaşı Sundiata Acoli içeride. Herman Bell, Veronza Bowers, Romaine Fitzgerald ve müşterek davalım Rochelle McGee 50 yıldır hapiste. Yarım yüzyıldır. Angola Üçlüsü’nün iki elemanı, Herman Wallace ve Albert Woodfox hala hapiste, tecrit hücresindeler. Ve tabii Mumia Abu Jamal, hakkındaki idam cezası kararı bozuldu ve bu insanlık adına bir zaferdi. İnsanlık için bir zaferdi ama o hala parmaklıkların ardında.
ABD hükümeti—bu biraz ironik—Assata’yı diğerlerinden ayırıp terörist ilan ediyor, onu yakalayıp ABD’ye geri getirebilecek kişilere açık davette bulunuyor. Bu 2 milyon dolarlık teklifi kabul etmek isteyecek, Black Water ve diğer özel güvenlik şirketleri tarafından eğitilen paralı askerler var. Ancak bunlar olurken ABD hükümeti, Küba’da gerçekleştirilmesi planlanan terör saldırılarını engellemeye çalışan 5 Kübalıyı bu ülkede hapse atıyor. Bu insanlar terör saldırılarını soruştururken kendileri terörle suçlanıyorlar. Küba Beşlisi’nden bahsediyorum – Küba Beşlisi’ne Özgürlük! [2014’te özgürlüklerine kavuştular-ç.n.]
Assata’yı terörizmle haksız yere suçlayarak aslında kendileri terör eyleminde bulunuyorlar. Bu yaptıkları gelecek nesillerin aktivistlerini korkutmaktan başka bir işe yaramaz. Bence FBI Assata’nın neslinin torunlarını, benim neslimin torunlarını polis şiddetine son vermek, hapishane endüstriyel kompleksini yıkmak, kadına şiddeti bitirmek, Filistin’in işgaline son vermek üzere mücadele etmesinler, bu ülkedeki ve dünyadaki göçmenlerin haklarını savunmasınlar diye korkutmaya çalışıyor.
Hele Chicago gibi bir yerde sizler, Assata’nın Polis Katili olarak lanse edilmesine şüpheyle yaklaşmalısınız. Assata arkası dönükken ve elleri havadayken vurulmuştu. Yani silah tutacak elini o sırada kullanamazdı. En çok siz bu olaya şüpheyle bakmalısınız. Çünkü Chicago Alliance Against Racist and Political Repression (Chicago Irkçı ve Siyasi Baskıya Karşı İttifak)’ın rakamlarına göre Chicago polis teşkilatı son dört sene içinde 63 kişiyi öldürdü. 253 kişiyi silahla yaraladı. Bunların 172’si siyah, 27’si Latin Amerikalıydı.
Her geçen gün daha fazla gencimiz işe yaramaz görülürken, daha fazla gencimiz ancak hapisle kontrol edilebilecek fazlalık nüfusun bir parçası kabul edilirken, bu sorunu çözebilecek okulların birer birer kapatılması karşısında şüpheye düşmeniz lazım. Günümüzün -bana göre- en iyi liderlerinden biri olan Karen Lewis’e göre bu şehirdeki okullardan 61 tanesi kapatılma riskiyle karşı karşıya.
Feminizm ve İlga tartışmamıza buradan başlamak yerinde olacak. Bu teori ve uygulamaların 21. yüzyıl için gerekli olduğunu düşünüyorum. Assata Shakur, kadınlarla ilgili geçmişte yapılan ideolojik varsayımları çürütme amacıyla siyah kadınların sürdürdüğü devrimci mücadeleye ve siyah kadınların temsiline, feminist mücadeleler ve teoriler bağlamında bir örnek oldu.
“Kadın” sınıflandırmasına karşı çıkan pek çok tartışma 20. yüzyılın ikinci yarısında hız kazandı. Bu kategoriye kimin dahil edilip kimin edilmeyeceğine dair pek çok tartışma vardı. Beyaz olmayan kadınların da, yoksul ve işçi sınıfına mensup beyaz kadınların da kendilerini filizlenen bu feminist harekete ait hissetmemelerinin sebebini anlayabilmek için bu tartışmalar önemli ipuçları taşıyor. O zamanlarda çoğumuz bu hareketin beyazlara ve özellikle orta sınıfa hitap ettiğini, burjuvaziye ait olduğunu düşünüyorduk.
Yani bazı yönleriyle kadın hakları mücadelesi, ideolojik olarak beyaz orta sınıf kadınların hak mücadelesiydi. “Kadın” kategorisine giren işçi sınıfına mensup ve yoksul kadınlar, siyah kadınlar, Latin Amerikalı kadınlar ve diğer bütün ırklardan kadınlar bu mücadelenin dışında kalıyordu. Kadın kategorisine karşı çıkışlar, Radikal Beyaz Olmayan Kadınlar feminist teori ve uygulamalarının bugünkü halini almasına yardımcı oldu.
“Kadın” kategorisinin evrenselliği konusunda bu tip soru işaretleri kafalarda belirmeye başlamışken “İnsan” kategorisiyle ilgili de benzer sorular tartışılıyordu. Peki bu kategori nasıl yeniden gözden geçirilebilirdi? Afrikalılar, Yerliler, Avrupalıların haricindeki diğer ırklar da bu kategoriye dahil edilmeliydi. Ancak sadece bireyleri değil, grupları ve toplulukları da işin içine nasıl katacaktık? 1985 yılında Nairobi, Kenya’da düzenlenen harika konferanstan sonra “Kadın hakları İnsan Haklarıdır” sesleri de yükselmeye başladı tabii.
(Aramızda da o konferansa katılanlar var galiba değil mi? Evet, arkada eller görüyorum, süper. Muazzam bir konferanstı. Burada kalan vaktimi o konferans hakkında konuşarak geçirebilirim ama hızlıca devam etmem gerekiyor.)
İlk defa o konferansa beyaz olmayan Amerikalı kadınlardan kalabalık bir heyet katılmıştı. Beyaz olmayan Amerikalı kadınlar ilk defa o zaman uluslararası bir alanda aktif hale gelmişti. O zamanlar Kadın kategorisini Siyah kadınları, Latin Amerikalı kadınları, Yerli Amerikalı kadınları ve daha birçoğunu kapsayacak şekilde genişletmemiz gerektiğini düşünüyorduk. Bunu yaptığımız zaman bu kategorinin dışlayıcı durumunu düzelteceğimizi düşünüyorduk. Ancak “kadın” sayılanları kapsayan bu kategoriye daha çok kadını dahil etmek yerine bütün kategoriyi dağıtıp baştan belirlememiz gerektiğinin o zamanlar farkında değildik.
1979’da, Sandy Stone isimli beyaz bir kadın, feminist kayıt stüdyosu “Olivia Records”ta çalışıyordu. Olivia Records’ı hatırlayanlarınız vardır belki. Bu kadın, kendilerini Lezbiyen Feminist olarak tanımlayan bazı kadınlar tarafından gerçek bir kadın olmadığı ve kadınların çalıştığı bir iş yerinde maskülen bir hava yarattığı gerekçesiyle saldırıya uğradı. Anlaşıldı ki, Sandy Stone trans bir kadındı. İlerleyen yıllarda Stone, trans çalışmalarının temelini atan makalelerden bazılarını kaleme alacaktı. Bu kadın, doğumda atanan cinsiyeti erkek olduğu için kadın olarak görülmüyordu. Ama cinsiyetinin doğumda erkek olarak atanmış olması, Stone’un daha sonra kendi cinsiyet kimliğini ifade etmesine engel olamadı.
Hızlıca günümüze dönelim: akademisyenler ve aktivistlerin hapishane ilga etme ve cinsiyet çeşitliliği konularına kafa yorarken, son derece ilginç teoriler, aktivizme yönelik fikir ve pratikleri ortaya koydukları zamana.
Daha derine girmeden önce bir parantez açıp birkaç şey söylemek istiyorum. Bu sabah, Siyaset Bilimi bölümünden Prof. Bernard Harcourt’un düzenlediği Akıl Hastanesi ve Hapishane seminerinin çok heyecan verici bir bölümüne katılma şansım oldu. Hep beraber alkışlayalım. Michael Rembis ve Liat Ben Moshe’nin yaptığı muazzam sunumları da izleme fırsatım oldu. O sunumları hepinizin izleyebilmesini isterdim. Çünkü zihinsel ve gelişim bozuklukları olan suçluların akıl hastanelerine kapatılması ve hapse atılması gibi sorunlar tartışılması marjinal konularmış gibi görülüyor. Ama aslında durum tam tersi. Yapılan sunumlarda da vurgulandığı gibi, suçluların topluma kazandırılması ve hapishane sisteminin kaldırılması, hapishane endüstriyel kompleksinin ilgası hakkında öğrenilecek çok şey var. Akıl hastanelerinin ve psikiyatri kurumlarının hastaları topluma kazandırma yöntemlerini yakından inceleyerek bunu yapabiliriz.
Bunun yanı sıra, hapishanelerin ilgası mücadelesinde maalesef marjinal görülen başka bir soruna değinmek istiyorum.
Kadın kategorisi etrafında gerçekleşen tartışmalar bağlamında günümüze bir bakalım. Benim yaşadığım San Fransisco Körfezini ziyaret edelim ve Cinsiyet Çeşitliliği, Transseksüel ve İntersekslere Adalet Projesi (CÇTİ) örgütüne gidelim. Bu proje beyaz olmayan kadınlar ve trans kadınlar tarafından yürütüyor. Örgütün yönetici müdürü Miss Major isminde bir kadın. [alkışlar] Kendisi Chicago’nun güneyinde büyüdüğü için Chicago’da bolca alkış aldığını ona özellikle söylemem lazım. Miss Major kendini siyah, eski mahkûm, doğumda atanan cinsiyeti erkek olan yaşlı trans bir kadın ve Chicago’nun güneyinde doğup büyümüş emektar bir aktivist olarak tanımlıyor. 1969’da cereyan eden Stone Wall Ayaklanmaları’na katılmış. Ancak kendisi Attica Hapishanesi İsyanı’nın ertesine kadar politik bir tavır takınmadığını söylüyor. Geçen gün Miss Major’la konuşurken politikleşmesini sağlayan kişinin Attica eylemcilerinden Big Black olduğunu öğrendim. Frank ‘Big Black’ Smith’i çoğunuz hatırlarsınız. Smith, Miss Major’ın cinsiyetini kabul etmekle kalmamış, ırkçılık-emperyalizm-kapitalizm ilişkisi gibi birçok konuda Major’ın yanlış bildiklerini düzeltmiş.
CÇTİ Adalet Projesi, çoğunlukla trans kadınlar ve beyaz olmayan trans kadınlardan oluşan, onları savunan ve koruyan bir taban örgütüdür. Bu kadınlar, doğumda atanan cinsiyeti kadın olan siyah ve diğer ırklardan kadınların “kadın” kategorisine dahil olabilmek için vermiş olduğu mücadelelerin benzerlerini vermek zorundalar. Bizim de onları daha iyi anlamak ve onlarla aynı bakış açısını edinmek için çaba göstermemiz gereken her yönüyle feminist bir yaklaşımla hareket ediyorlar.
Müdür Miss Major, kendisine Mrs. Major değil Miss Major diye hitap edilmesini tercih ediyor çünkü trans bir kadın olarak henüz özgürleşmediğini düşünüyor. Yaptıkları iş her yönüyle feminist çünkü ırk, sınıf, cinsellik ve cinsiyet meselelerinin kesişim kümesinde çalışıyorlar. Çünkü topluluklarındaki bireysel sorunlara eğilerek işe başlıyorlar. Bu kişiler polis tarafından en çok tartaklanan, en çok tutuklanan ve hapse atılan ve tabii çoğunlukla erkek hapishanelerini boylayan insanlar. Özellikle de cinsiyet uyum ameliyatı geçirmemiş olanlar. Bu insanların çoğu ameliyat olmak istemiyor. Ameliyat geçirmiş olsa bile erkek hapishanesine yollanan oluyor. Cezaevi memurlarının ve başkalarının zulmüne maruz kalıyorlar. Bunun üstüne bir de hapishane tarafından erkek şiddetinin hedefi haline getiriliyorlar. Bunlar hep yaşanıyor. Polisler, hiç çekinmeden, transların erkek hapishanesinde cinsel saldırıya uğrayacağına dair şakalar yapabiliyor. Bunu trans kadınların gönderildiği erkek hapishanelerinde yapıyorlar. Erkek hapishaneleri zaten şiddetin kol gezdiği yerler olarak görülüyor, halbuki trans kadınların yaşadıklarına baktığımızda görüyoruz ki, şiddeti bizzat kurumlar teşvik ediyor.
Birçoğunuz Minneapolis’te gerçekleşen CeCe McDonald olayını duymuşsunuzdur. CeCe kendisine ırkçı, homofobik ve transfobik hakaretlerde bulunan bir grupla tartıştıktan sonra cinayetle suçlanmıştı. CeCe şu anda Minnesota’da bir erkek hapishanesinde 3,5 yıllık cezasını çekiyor. Trans kadınlar maruz kaldıkları şiddetin üstüne, geçerli reçeteleri olsa da hormonlarını alamıyor, engelleniyorlar.
Anlatmaya çalıştığım şey şu: Hapishane sisteminin yarattığı etkiyi, hapishane endüstriyel kompleksinin doğasını, trans hükümlülerin özellikle trans kadın hükümlülerin yaşadığı bazı zorluklara kulak vererek hapishane sisteminin kaldırılmasının yaratacağı etkiyi biliyoruz. Ama en önemlisi, ki bu feminist ilgacı teori ve uygulamaların temelini oluşturuyor: bize ‘normal’ diye dayatılan şeyler karşısında nasıl düşünüp hareket edeceğimizi ve bunlara nasıl karşı çıkacağımızı öğrenmek. Bu sistem normalmiş!
Hapishaneler normal görülüyor. İnsanları parmaklıkların ötesini düşünmeye ikna etmek, hapishanelerin olmadığı bir dünyanın hayalini kurmaya ve en yaygın cezalandırma yöntemi olan hapishane sisteminin kaldırılması için mücadele etmeye ikna etmek çok emek istiyor.
Peki o zaman bu bağlamda trans kadınlar, özellikle göze çarpan siyah trans kadınlar neden normalin bu kadar dışında görülüyor? Bu kadınlar toplumun neredeyse her kesimi tarafından normalin dışında görülüyor.
Son 20-30 yılda cinsiyetlerle ilgili çok şey öğrendik. Feminist çalışmalarla haşır neşir olan herkes Judith Butler’ın “Cinsiyet Belası” kitabını okumuştur diye düşünüyorum. Beth Richie’nin son çıkan muhteşem kitabını da okumadan geçmeyin. Adı “Arrested Justice: Black Women, Violence and the Prison Nation” (Mahkûm Adalet: Siyah Kadınlar, Şiddet ve Hapishane Toplumu). Bilhassa Butler’ın New Jersey Dörtlüsü’nü anlattığı bölüme dikkat edin. Olayı anlatayım. Dört siyah lezbiyen genç Greenwich Village civarlarında dolaşıp eğlenceli vakit geçirirken erkek şiddetine karşı kendilerini savundukları için hapsi boyluyorlar. Sonra bir bakıyorlar, medya onlara Lezbiyen Kurt Sürüsü diyor. Bu olayda gördüğümüz üzere ırk, cinsiyet, cinsel çeşitlilik ırkçı bir canavarlaştırmaya kadar gidebiliyor! Öğrencilerimden Eric Stanley’nin tezinde de belirttiği gibi bu bir saldırıdır. Bu saldırı sadece insanlara karşı yapılan bir saldırı değildir. Aynı zamanda hayvanlara karşı da bir saldırıdır. İşte bu noktayı anlamamız önemli.
CÇTİ Adalet Projesi ilgacı bir örgüt. Bu da diyalektik çözüm anlayışları içeren sosyal hizmetleri talep ettiğimiz ve hapishane sisteminin kaldırılmasını savunduğumuz anlamına geliyor. Örgütün feminizm anlayışı esneklik gerektiriyor. Hedeflerimize fazla saplanıp kalmamayı öğütlüyor bize. Bu hedefler, yaptığımız araştırmalarla da ilgili olabilir – bunu aramızdaki akademisyenler için söylüyorum, örgütlenmelerimizle de ilgili olabilir – bunu da aramızdaki aktivistler için söylüyorum. Bazen dehem akademisyen hem aktivist kimliğine bürünmüşüzdür.
Örgütün bize öğrettiği şeylerden biri, başta koymuş olduğumuz hedeflerin yaptığımız çalışmalar sürecinde tamamıyla farklı neticelere çıkabileceği. Yani yaptığımız çalışmaları halihazırda varolan kategorilere uyarlama tutumu esasen radikal ve devrimci pratiğimize pek çok yönden ters düşebilir. Halihazırda kullanılan bir kategoriye trans kadınları dahil etmeye çalışmak yerine kategorinin kendisini kökten değiştirmeliyiz ki bu kategori kimin kadın sayılıp kimin sayılmadığına karar veren normatif yargıları yansıtan bir kategori olmaktan çıksın.
Yine önceki noktalardan yola devam edecek olursak, burada alacağımız bir başka ders de toplumsal cinsiyet kavramına dahi yapışıp kalmamaya dikkat etmek. Çünkü aslında toplumsal cinsiyet üzerine kafa yordukça, bu kavramın toplumsal, politik, kültürel ve ideolojik yapılardan ayrı düşünülemeyeceğini fark ederiz. Toplumsal cinsiyet başlı başına tekil bir kavram değildir. Münferit bir tanımı da yok. Bir uçta Erkek diğer uçta Kadın’ın olduğu ikili bir yapı toplumsal cinsiyeti açıklamaya elbette yetmez.
Trans kadınları, trans erkekleri, interseksleri ve ikili cinsiyet sistemine dahil olmayan bireyleri bu kavramın dahiline getirdiğimizde toplumsal cinsiyet kavramının normatif yargıları kökten sarsılmış oluyor.
Sizinle Dean Spade’in şahane bir sözünü paylaşmak istiyorum. Kendisi de dün burada konuşma yapmış:
“Gördüğüm kadarıyla,” diye yazmış Spade, “Feminist, Kuir ve Trans aktivistlerin ortak gayesi, toplumsal cinsiyet kimliğinin, toplumsal cinsiyet rollerinin ve özelliklerinin bazı uzuvlar üzerinden belirlendiğini söyleyen kültürel ideolojileri, toplumsal uygulamaları ve yasal normları yıkmak olmuştur. Kişinin rahmi, yumurtalıkları, penisi veya testislerinin olup olmayışının o kişinin zekasını, uygun ebeveyn rolünü, uygun fiziksel görünümünü, uygun toplumsal cinsiyet kimliğini, uygun emek rolünü, uygun cinsel partnerlerini, uygun cinsel aktivitelerini ve karar verme yeterliliğini belirlediği düşüncesiyle savaştık. Bu normlara uymayan bedenleri dışlayan geleneksel cinsiyet rollerinin ve aktivitelerinin sözüm ona sağlıklı olduğunu iddia eden tıbbi ve bilimsel dayatmalara karşı çıktık. Vücudumuzun bazı bölümlerinin kim olduğumuza karar verdiği, sahip olduğumuz organların bizi birilerinden daha iyi ya da daha kötü yaptığı efsanesine son vermek için çalışıyoruz.”
Dediğim gibi, trans akademisyenler hapishane sisteminin kaldırılması konusunda şimdiye kadar yapılmış en ilginç çalışmalardan bazılarını yürütüyorlar. Trans ilgacı politikalarla uğraşan akademisyen-aktivistlerden bazılarının çıkardığı üç yeni kitaptan bahsetmek istiyorum. Bunlardan biri Eric Stanley ve Nat Smith’in derlediği bir antoloji, ismi “Captive Genders: Trans Embodiment and the Prison Industrial Complex” (Tutsak Cinsiyetler: Translık ve Hapishane Endüstriyel Kompleksi). Andrea Ritchie, Kay Whitlock ve Joey Mogul’un beraber hazırladığı yeni yayınlanan antoloji “Queer (In) Justice: The Criminalization of LGBT people in the US” (Kuir Adalet[sizlik]: ABD’de LGBT Bireylerin Cezalandırılması). Bir de biraz önce kendisinden alıntı yaptığım Dean Spade. Kendisi o kadar üretken ki bu kadar kitabı ve makaleyi nasıl yazabiliyor bilmiyorum. Dünyada yapılan her mitingde de en ön sırada yer alır. Ne diyordum, kitabının ismi “Normal Life: Administrative Violence, Critical Trans Politics and the Law” (Normal Hayat: İdari Şiddet, Eleştirel Trans Politikaları ve Hukuk).
Sözünü ettiğim bu metinlerin hepsi feminist metinler ancak feminist bir konuya eğildikleri için değil – feminizmin ırkçılık, hapishane endüstriyel kompleksi, cezalandırma, hapsetme, şiddet ve kanunu inceleyip eleştirmesi ve aynı zamanda bunlarla mücadele etmesi gerektiğini düşünsem de – bu metinleri feminist görmemin başlıca sebebi kullandıkları yöntemler. Araştırmacılar, akademisyenler, aktivistler ve örgütçüler olarak bizim için feminist metodolojiler pek çok yönden yol gösterici olabilir.
Bir kategorinin diğerlerine nazaran önemsiz ve marjinal görünen taraflarından birinin – ya da bu kategoriye dahil olmaya çalışan bir öznenin – o kategoriyi yıkabileceğini keşfettiğimizde bu süreç, o kategorinin sadece normatif boyutlarını masaya yatırmaktan çok daha fazlasına ışık tutabilir. Akademisyenler beklenmedik şeylerden korkmak üzere yetiştirilirler. Aktivistler de hedefleri ve gidişata dair kafalarında hep net bir fikir olsun isterler. Akademisyen de olsanız aktivist de olsanız istediğiniz şey kontrol sahibi olmaktır. Kontrol bizde olsun ki akademik ve aktivist projelerimiz bizim halihazırda bildiğimiz şeyleri tekrardan onaylayacak şekilde yürütülsün. Bu hiç kimsenin merakını uyandıracak bir yaklaşım değil. Acayip sıkıcı bir şey. Peki sürprizlere nasıl yer açabiliriz ve bu sürprizleri nasıl verimli hale getirebiliriz?
Sürpriz kavramı üzerine düşünmeye devam etmemiz için ufak bir hikâye anlatayım. Ben lisedeyken square dance yapmayı çok severdim. (Gülüyor) Gerçekten, çok seviyordum! Sonraları, Siyahlara Özgürlük Hareketi’nden önce, birisi bana siyahlar square dance yapmaz dedi! “Niye square dance yapıyorsun ki? Siyahlar bu dansı yapmaz!” Geçenlerde de tabii Carolina Chocolate Drops grubuna denk geldim, muhteşemlerdi. Size internette okuduğum bir olayı da anlatmak istiyorum. Olay burada, Chicago’da square dance yapan bir dansçının başından geçiyor. Kadının adı Sondra Briant’tı yanılmıyorsam, internette gördüm. Neyse, bir gün Sondra’dan square dance kulübünde baş dansçılık yapmasını isteyen biri Sondra’ya telefon ediyor. Sondra, “tabii, takvimime bir bakayım,” derken telefondaki kişi araya girerek, “takviminize bakmadan önce kulübümüzün gey bir square dance kulübü olduğunu söyleyeyim,” diyor. Sondra da cevaben, “o zaman takvimime bakmadan önce ben de size siyahi bir square dansçı olduğumu söyleyeyim,” diyor. O an square dance hem Siyahi hem Gey oldu. Bu olay muhtemelen square dance’i de bir şekilde değiştirmiştir.
Konudan saptığımı düşünmeyin. Altını çizmek istediğim nokta, teorik keşiflerimize ve aktivizm hareketlerimize, özgürlük teorilerimizi ve uygulamalarımızı genişletecek, karmaşıklaştıracak ve derinleştirecek şekilde yaklaşmamızın önemidir.
Feminizm cinsiyet eşitliliğinden çok daha fazlasıdır. Toplumsal cinsiyetten çok daha fazlasını barındırır. Feminizm, kapitalizmin etkilerinin de bilincinde olmalıdır (yani benim feminizm anlayışım öyle. Birçok farklı feminizm türü var tabii). Feminizm kapitalizmin, ırkçılığın, sömürgeciliğin, sömürgecilik sonrası teorilerin, yeterliliklerin, toplumsal cinsiyet çeşitliliğinin hayal edebileceğimizden çok daha fazla olduğunun ve adlandırabileceğimizden çok daha fazla cinselliğin var olduğunun bilincinde olmalı. Feminizm önceden ayrı ayrı ele aldığımız söylemler, kurumlar, kimlikler ve ideolojilerin aslında birbirleriyle ilişkili olduğunu bize gösterir. Aynı zamanda bizi “Kadın” ve “Toplumal Cinsiyet” kategorilerinin ötesine götürebilecek epistemolojik ve örgütleyici stratejiler geliştirmemize yardımcı olur.
Feminist yöntemler bizi bariz olmayan bağları keşfetmeye teşvik ediyor. Bizi çelişkileri ortaya çıkarmaya ve bu çelişkilerin verimli olabilecek yönlerini bulmaya teşvik ediyor. Feminizm bizi düşünerek ve harekete geçerek birbirinden bağımsızmış gibi görünen şeyleri bir arada değerlendirmeye ve birbirinden ayrılmazmış gibi görünen şeyleri ayrı ayrı ele almaya teşvik ediyor.
Hapishanelerdeki translar ve ikili cinsiyet sistemini reddedenler, ABD’de sayıları yaklaşık 2.5 milyona varan, dünyada ise 8 milyon civarı hükümlü nüfusunun çok azını oluşturdukları için pek de dikkate değer görülmüyorlar. Hapishanelere, bilhassa hapishane endüstriyel kompleksine feminist bakış açısıyla yaklaştığımızda, mesela dünya çapında yine küçük bir yüzdeye sahip olan kadın hükümlülere baktığımızda, sadece kadın hükümlülerle ilgili değil genel olarak bu sistemle ilgili pek çok şey öğrenebildiğimizi görüyoruz. Yalnızca erkek hükümlülere baktığımızda ise, sistemin bütünüyle ilgili daha az şey öğreniyoruz. Feminist yaklaşım, trans ve ikili cinsiyet sistemine dahil olmayan bireyleri göz önünde tutarak bu sistemle ilgili neler öğrenebileceğimizi ve neleri değiştirebileceğimizi düşünmeye itiyor bizi. Bu yaklaşım aynı zamanda edindiğimiz bilgilerin ve yaptığımız aktivizmin genel anlamda cezanın doğasını, yani ceza mekanizmasının bir araç olarak varlığını düşünmeye de çağırıyor.
Hapishane sisteminin ilga edilmesi ihtimalini ırkçılık karşıtı bağlamın dışında düşünemeyiz. Hapishane sisteminin kaldırılmasını savunan hapishane karşıtı hareket, cinsiyet polisliğinin de son bulmasını savunmalıdır. Çünkü epistemik şiddet esasen orada yaşanıyor. Feminist Çalışmalar’da okuyan öğrenciler neden bahsettiğimi anlamışlardır. Toplumun ikili cinsiyet sisteminde var olan şiddetten bahsediyorum. İlgacı bir çerçevede feminist bakış açısıyla baktığımızda ya da tam tersi, feminist bir çerçevede ilgacı bakış açısıyla baktığımızda “kişisel olan politiktir” feminist söylemini ciddiye almış oluyoruz. Kişisel olan politiktir –bu sözü herkes hatırlıyor değil mi? “Kişisel olan politiktir.” Hapishanelerdeki kurumsal şiddetin, aile içindeki ya da ilişkiler içindeki şiddeti hangi tehlikeli yönlerden beslediğini ve arttırdığını Beth Richie’nin önderliğinde düşünebiliriz. Darp ve cinsel saldırının bireysel şiddeti. Hapse atılan hükümlülerin, hüküm giydikleri suç olan şiddeti yeniden üretip üretmediklerini de sorgulayabiliriz. Evet, bir ceza sistemimiz var. Ancak sorunu çözmeye yetmiyor.
Kadına karşı şiddetle en ön sırada mücadele eden insanlar ilgacı mücadelelerde de en ön sırada yer almalılar. Polis suçlarına karşı çıkan kişiler, aile içi şiddete de – aile içi şiddet olarak tanımlanan her şeye de – karşı çıkmalılar. Toplumsal şiddet olan yerde bireysel şiddet de vardır.
İlgacı teori ve uygulamaların felsefi feminist bir yanı da var. Kişisel olan politiktir. Kurumlara karşı verilen mücadele ile kişisel hayatlarımızı yeniden kurma mücadelesi ve benliklerimizi yeniden inşa etme mücadelesi arasında çok güçlü bir ilişkisellik var. Mesela, duygusal tepkilerimizle cezalandırıcı adalet yapılarını yeniden üretiyoruz. Devletin cezalandırıcı dürtüleri kendi duygusal tepkilerimize işlemiş. Politik olan, kişisel olan aracılığıyla kendini yeniden üretiyor. Bu feminist bir düşünce. Belki de biraz Focault’nun etkisinde kalmış, Marksizm’den beslenen feminist bir anlayış. Bu, hapishane endüstriyel kompleksi gibi bir sistemi meşrulaştıran ilişkilerin yeniden üretilmesini masaya yatıran feminist bir düşünce.
Artık biliyoruz ki, ya da bilmemiz gerekiyor ki, bu ülkedeki hapishane nüfusu bizim üstü kapalı rızamız olmadan 2.5 milyon insana yaklaşmazdı.
Akıl hastanelerinin hapishane endüstriyel kompleksinin önemli bir parçası olduğunu bile kabul etmiyoruz. Endüstriyel ilaç sanayii kompleksi ile hapishane endüstriyel kompleksi arasındaki ilişkiyi de aynı şekilde görmezden geliyoruz.
Söylemeye çalıştığım şey şu: 1980’ler ve 1990’larda Reagan-Bush döneminde, Clinton döneminde daha güçlü direnseydik bugün böylesine muazzam bir zebaniyle karşı karşıya kalmazdık.
Bildiğimiz şeylerin çoğunu son 20-30 yılda silmemiz ve yeniden öğrenmemiz gerekti. Irkçılığı yeniden anlamaya çalışmak zorundaydık. Bu sadece beyazlar için geçerli değildi. Beyaz olmayan kişiler de ırkçılığın bireysel olduğu, esasen kişisel tavırlarla ilgili ve duyarlılık eğitimiyle çözülebilir bir sorun olduğu yargısını kırmayı öğrenmek durumunda kaldılar.
Beş yıl önce Don Imus, genelde siyah kadınların saçlarına gönderme yaparak hakaret olarak kullanılan bir söz sarf ederek Rutgers kadın basketbol takımı oyuncularına “koyun kafalı kaltaklar” demişti hatırlarsanız. Olaydan beş yıl sonra adam rehabilitasyon merkezine yatırıldı! Ama bu Troy Davis’i ölümden geri getirmiyor. Troy’un hayatı ülkemizdeki en ırkçı kurum tarafından çalındı. Troy idam edildi. Bu ülkede ırkçılık yapıları yıkılmadığı sürece ne psikolojik terapi ne de grup eğitimleri ırkçılığın üstesinden bu yapılar yıkıma uğratılmadan gelebilir.
Hapishaneler ırkçılığın vücut bulmuş halidir. Michelle Alexander’ın da dediği gibi hapishaneler yeni Jim Crow’lar yaratıyor. Hapishane endüstriyel kompleksinin temel taşı olan hapishaneler ceza sisteminin giderek daha çok kar ettiğini gösteriyor. Hapishaneler her geçen gün daha fazla ülke tarafından benimsenen bir stratejiyi, beyaz olmayan nüfusu, güney ülkelerinden gelen göçmen nüfusu fazlalık olarak gören, yok edilebilir nüfus olarak gören bir başa çıkma stratejisini temsil ediyor.
‘Fazlalık’ nüfusun hepsini boş bir çöp kutusuna dolduralım, onları fiyakalı elektronik teknolojilerimizle kontrol altında tutalım ve hepsi orada yitip gitsin. Bir yandan da tehlike teşkil eden siyahlar, Latin Amerikalılar, Yerli Amerikalılar, Asyalılar, beyazlar ve tabii ki Müslümanları içeri tıktığımız için dışarıdaki toplum artık daha güvenli ve daha özgür bir yermiş gibi bir illüzyon yaratalım!
Bütün bunlar olurken şirketler kar ediyor ama yoksul topluluklar eziyet çekiyor! Eğitim sistemi zarar görüyor! Eğitim sistemi şirketler tarafından karlı görülmediği için zarar görüyor. Sağlık sistemi zarar görüyor. Eğer ceza sisteminden kar elde edilebiliyorsa sağlık sisteminden de kar ediliyor olmalı. Bu kesinlikle kabul edilemez bir durum! Kabul edilemez!
İsrail hükümeti, hem ülkedeki 8 binden fazla Filistinli siyasi mahkûmu hem de ülkedeki Filistinli nüfusu kontrol altında tutmak için ABD hapishaneleri örnek alınılarak geliştirilen hapishane teknolojilerini kullanıyor. Bu da kabul edilemez bir şey.
Bu hapishane teknolojileri, mesela Ayrım Duvarı, ABD-Meksika arasındaki Sınır Duvarını akla getiriyor. Ayrım duvarı ve diğer hapishane teknolojileri İsrail’in yaptığı ırk ayrımcılığının ürünleridir.
G4S şirketini biliyorsunuzdur. Filistinli hükümlülerin hapse atılması ve işkence görmesi üzerinden kar eden bu şirketin eskiden Wackenhut olarak bilinen, şimdiki ismiyle ise G4S Secure Solutions olarak bilinen bir alt şirketi var. O şirketin de yan kuruluşu, özel bir hapishane şirketi olan GEO Group, Florida Atlantic Üniversitesi’ne 6 milyon dolarlık bir bağış yaparak üniversite stadyumunun isim hakkını almak istemişti. Ama öğrenciler tepki gösterdi. Futbol stadyumumuz özel bir hapishane şirketinin ismini taşıyamaz, dediler! Ve öğrenciler bu mücadeleyi kazandılar. Şirketin ismi stadyumun tabelasından indirildi.
Kaliforniya’dan Teksas’a, Illinois’ten İsrail’e, işgal altındaki Filistin’den, Florida’ya sorun hep aynı. Buna mâni olmalıydık. Son 30 yılda böyle olmasına izin vermemeliydik. Daha fazla sürmesine de izin veremeyiz.
Yeni nesil genç öğrencileri ve çalışanları çok sevdiğimi de söylemek istiyorum. Benim nesilden sonra gelen iki nesli de çok seviyorum. Devrim bazen bir nesil atlar derler. O nesil de çok emek verdi! Kırkını deviren arkadaşlar. Eğer sizin yaptıklarınız olmasaydı genç nesil böyle yükselemezdi. Genç neslin en çok sevdiğim yanı feminizm hakkında çok bilgili olmaları. Bunun farkında olmasalar da ya da itiraf etmek istemeseler de! Irkçılığa karşı verilen mücadeleleri biliyorlar. Uzun zamandır yakamızı bırakmayan, duygusal açıdan bize zarar veren homofobi onları zehirlememiş. Irkçılık, islamofobi ve transfobiye karşı mücadelede hepimize liderlik ediyorlar. Gençlerle çalışmayı seviyorum çünkü onlar sayesinde yıllardır süregelen baskıcı ideolojinin yükü altında ezilmediğim bir dünyanın hayalini kurabiliyorum.
Son birkaç şey daha söylemek istiyorum. Bana ayrılan zamanı aştığımın farkındayım. Özür diliyorum. Ama… son bir tanecik sayfam kaldı. (gülüşmeler)
Evlilik eşitliği bu gençler sayesinde her geçen gün daha çok kabul görüyor. Gençler, aynı zamanda evlilik eşitliği mücadelesine gösterilen sindirmeci zihniyete son vermemiz gerektiğini de bize hatırlatıyorlar! Dışlanan kesim burjuvazi zümreye dahil edildi diye, burjuvazi hetero-ataerkil evlilik müessesine girmeye hak kazandı diye mücadeleyi kazandığımızı düşünmeyin sakın.
Feminizm ve ilgacılık arasındaki bağın nerede başlayıp nerede bittiği belli değil. Yaptığımız bu sohbette de feminizm ve ilgacılık arasındaki ilişkinin bazı boyutlarına değindik. Anlatacağım şeylerim sonuna gelemesem de zamanımın sonuna gelmiş bulunmaktayım. O yüzden geceyi Assata Shakur’un sözleriyle noktalamak istiyorum.
“Şu an”, diyor Assata, “kendim için endişelenmiyorum. Herkes bir gün ölecek. Benim tek istediğim başım dik gidebilmek. Ben Amerika’da giderek artan yoksulluk, giderek büyüyen çaresizlik için endişeleniyorum. Ben geleceğimizi temsil eden yeni nesiller için endişeleniyorum…” Ben insanlarımızı yeniden köleleştiren hapishane endüstriyel kompleksi yükselişe geçtiği için endişeleniyorum. Ben ABD’nin şu anki siyasi ortamını belirleyen baskı, polis zulmü, şiddet ve giderek yükselen ırkçılık dalgası için endişeleniyorum. Gençlerimiz bir geleceği hak ediyor. Onlara bir gelecek sağlayabilmek için gösterilen mücadelenin bir parçası olmak bana atalarımın emri.”
*bu yazı 5harfliler.com sitesinden alınmıştır.