Yazılarımız

Hatay Deneyimi: Fuşya bir önlük kaç kapıyı açar? (Deniz Duran)

Maraş merkezli 11 ilde gerçekleşen 6 Şubat depremleri bizlere, neoliberalizmin artık bu dönem için ölümden başka hiçbir seçenek sunmadığını gösterdi. Her yeni güne yeni bir krizle uyanmaya alışkın olan halk için bu sefer olan daha farklıydı. Bu kez halk neoliberalizmin kendi çizdiği sınırlar içerisinde inşa ettiği binaların altında kaldı. Tüm bilimsel gerçeklerin yanında bu yıkım tesadüfi olamazdı. Kader değildi, açıkça katliamdı. Yıllarca süregelen rant politikaları, denetimsiz yapılar ve ihmaller 6 Şubat’ta 50 binden fazla insanı -ki bunlar sadece resmi rakamlar- katletti. Hepimiz için milat olan o sabah sadece binalar yıkılmadı. Tarihimiz, köklerimiz ve tüm hatıralar da o enkazın altında kaldı. Yine resmi rakamlara göre 1 milyon bina kullanılamaz durumdaydı yani milyonlarca insan evsiz kaldı. Hasarlı ya da az hasarlı evlerine girmek istemeyenler de bu sayıya eklendiğinde ülkenin ahvalini okuyabilmek hiç zor olmuyor. Milyonlarca insan ise sadece evlerini değil işlerini, dükkânlarını, okullarını, anılarını kaybetti. Yine bu milyonlar artık çadırlarda ya da konteynerde yaşamak zorunda kaldı.

Memleketin en büyük faciasına uyandığım 6 Şubat sabahını hiçbir zaman unutamayacağım. Arkadaşımın daha gün ağarmadan başıma gelip; “Uyan, haberler çok kötü. Bir şey yapmamız lazım, öğrenmemiz lazım” diyerek beni uyandırmasını hiçbir zaman unutmayacağım. Başka bir sebepten günler öncesinde birçok ilden Üniversiteli Feminist Kolektif’ten arkadaşlarımızla buluşmuştuk, normalde bu buluşmanın son günü olacaktı. Sabahın erken saatlerinde kalabalık bir masada oturduğumuzu anımsıyorum, herkes okuduğu son dakika haberini bildiriyor, elinden geldiğince iletişim ağı kurmaya çalışıyordu. Hepimizin aklından geçenlerin ortak olduğunu biliyor ve hissediyorduk. Aldığımız toplantıda acil olarak bölgeye gidişin imkanlarını tartıştık.

Aydın kimliğinin tahribatı

Biz üniversiteliydik, bu halkın bir parçasıydık. Bir diğer parçası yıkılmış bir kentte yaşam savaşı verilirken yerimizde oturamazdık. Bir kentin yeniden kurulma sorumluluğu ile deprem bölgesinde olmalı ve halk ile dayanışmalıydık. Üniversiteliler olarak okulda edindiğimiz bilgiyi parasız bir şekilde halka sunmak bizim sorumluluğumuzdaydı. Halk bu bilgiye, bu üretime parasız bir şekilde ulaşma hakkına sahiptir ve biz bunu sağlayabiliriz. Afet süreçleri de bunların somut karşılığı oluyor. Üniversiteliler yetenekleri ve birikimleri doğrultusunda iktidarın tüm neoliberal politikalarına rağmen bilimsel bilginin üretimini sağlayarak bunu halk yararına sunarak eğitim hakkı, barınma hakkı, beslenme hakkı ve genel anlamıyla yaşam hakkını savunmada, bir kentin dayanışmayla yeniden kurulmasında seferliğini sağlama bilincine sahip olmalıydı.

Ancak aydın kimliği üniversitelerdeki piyasacı dönüşümle tahrip ediliyor. Üniversiteler bir anlamıyla egemen gücün kendi ideolojisini yeniden üretim alanı, toplumun ideolojik denetimi için de kullanıldığından bahsedilebilir. AKP iktidarı geldiği günden beri parasız eğitim hakkına göz diken, üniversitenin demokratik ortamını bozan ve mücadele alanlarını kısıtlayıcı bir noktada olmuştur. YÖK, kayyum rektörler, öğretim üyeleri, medya, değiştirilen ders içerikleri, dinci gericilik, kadın düşmanı politikalar ve öğrenciler üzerinde kurulan baskı mekanizmalarıyla üniversiteler, tam da iktidarın istediği piyasaya hizmet eden yapılara dönüştürüldü.

Üniversiteler neoliberal faşist iktidarların egemenliğinden arındırılmış bir şekilde, bilimsel bilginin üretim merkezi olması gerekirken bugün gelinen noktada sistemin içerisindeki tüm krizlerle yeniden şekillenerek birer “ekran üniversitesine” dönüşüyor. Bütün uyarıların yok sayıldığı, önlemlerin alınmadığı ve sadece sermayedarların çıkarları doğrultusunda şekillenen bir felaket senaryosu ile yüzleştik. Bunun ardından bugün bilimin halk yararına üretimini savunmak, AKP iktidarının neoliberal politikalarını yok etmek demek oluyor.

Bilim üretilen yer olan üniversiteler, sermayenin çıkarları doğrultusunda şekillendiriliyor. Üniversitenin tüm karar mekanizmalarını kendi eline alan iktidar, bizleri bilgi üretim süreçlerinden uzaklaştırmayı, toplumsal olaylara karşı saf dışı bırakmayı görev ediniyor. Pandemi, depremler gibi sistemin yarattığı tüm krizlerde gençliğin mevcut isyan potansiyeline karşı bir önlem olarak online eğitime geçiliyor. Neoliberal politikalar insani olan her şeyi değersizleştirip yok ederken, bilimsel bilgiyi de tahrip ediyor.

Yaşam hakkı başta olmak üzere insanca yaşam sürdürebilmenin en asgari koşullarına dahi erişemeyen biz üniversiteliler için sistemin vaat edebileceği hiçbir şey kalmamıştır. Sistem dün denetimsiz binaları yüzünden insan hayatına kast ederken, bugün yine denetimsiz yurt asansörleriyle hayatlarımıza kast etmiş durumdadır. İktidar bizlerin bir araya geleceği alanları sınırlandırarak tedbirler alırken biz üniversiteyi tek bir mekandan ve ekrandan ibaret görmüyoruz. Bulunduğumuz her alanı kampüslere dönüştürebileceğinizi de biliyor potansiyelimizi bu şekilde açığa çıkarıyoruz. Tüm bunlarla beraber üniversiteliler, aldığı ve ürettiği bilimsel bilgiyi, halk yararına sunmalıdır. Yani bugünün üniversitelisine düşen Van depreminde, Soma maden katliamında, İzmir depreminde ve Bartın maden katliamında olduğu gibi 6 Şubat depremlerinde de deprem bölgesinde olmaktır.

Hatay’da “Okumuş İnsan Halkın Yanındadır” diyerek, feminist dayanışmayla kurulacak bir hayat var diyerek çıkmıştık bu yola. Nitekim öyle de oldu. 1969’da Zap Suyu’na köprü kuran gençlik olarak Hatay’a yıkılmış bir kenti yeniden inşa etme, yaşamı yeniden kurma sorumluluğu ile hareket ettik.

Hatay yolunda

Tüm bunların yanında deprem bölgelerinden kopuk halde bir sürü haber geliyor, bölgenin ihtiyaçları ilk elden halledilmeye çalışılıyordu. Bir kısmımız da hemen birinci günün gecesinde deprem bölgesi için gerekli donanımları tamamlayarak yola çıkmıştı.

Deprem bölgesi olan Hatay’a ilk gidişim depremin birinci haftasıydı. Kent tamamıyla yıkık ve düzensiz durumdaydı. Gidenler bilir ama bilmeyenler için Antakya otogarına giden yol Belen yokuşundan geçiyor. İstemsizce Belen yokuşunda uyanıp yıkıntılar içinde kalan kenti ilk kez gördüğümü hatırlıyorum. Sonrasında da geri uyuyamadım. Hatta sonrasında Hatay’a her gidişimde o Belen yokuşunda uyandım. Her seferi ilk günkü gibi hissettiren bu gidişler, hala aynı etkisini koruyor.

Birinci haftadaki gidişimin üzerinden sonra depremin birinci ayında bölgeye geri döndüm. Artık bölgede kurduğumuz çalışma planlı ve programlı haldeydi. Günümüz aşevi sırası ile başlıyor, gençlerle emek emek kurduğumuz ders çalışma konteynırında soru çözümü ile devam ediyor, öğle saati çocuk etkinliği ile Okumuş İnsan Halkın Yanındadır [1] adını verdiğimiz kampanya ile hem eğleniyor hem öğreniyorduk. Okumuş İnsan Halkın Yanındadır kampanyası neydi biliyordum, yazları ve yılbaşlarında yoksul mahallelerdeydim ama kendimi ve “Okumuş İnsan”ı Hatay’da buldum.

Öğleden sonra aşevinin akşam yemeği hazırlıklarına yardım ediyorduk. Kendimi bazen aşevi yemeklerini yapan mahalledeki kadınlarla ıspanak yıkarken buluyor, bazen onlara birer keyif kahvesi yapıyor – hem de orada öğrendiğim Antakya usulüyle- bazen de yemek yapan kadınların çocuklarıyla ilgilenirken buluyordum. Dikkatinizi çekerim, bulunduğum mahallenin aşevi halkın kendi imkanları ile işler durumdaydı.

Deprem bölgesinde kadın olmak

Ama yemeğin hazırlanma sorumluluğu yine kadınlardaydı. Deprem bölgesinde devlet yoktu ama hayatımızın her alanına işlemiş patriyarka tam karşımızda duruyordu. Depremi bizzat yaşan bir kadın olarak, sanki bu travmaları hiç yaşamamışsın gibi kentte hayatına olduğu gibi devam etmen bekleniyor. Hâlâ kocadan, babadan, abiden, çocuklardan ve aile üyelerinin geri kalanlarından sen sorumlusun. Yıkılmış evinin bahçesine kurduğun çadırdaki hayatı sürdürecek kişi sensin. Tüm hüznüne rağmen her yeni gün aşevi sırasına girerek ailene yemek getiren ya da geçici kurduğun mutfağında yemek yapan olmalısın. Çadırın, konteynırın, evin temizliği hâlâ sana ait. Kentte temiz su olmadığı için en minimumda tuttuğun su tüketimini ayarlamak da sana ait. Çocuğun varsa ve korkusundan binaya giremiyorsa onun iyiliği için uygun ortam yaratma sorumluluğu da sana ait.

Dönüp bakalım peki sen nasılsın? Durup dinlenmek, yaşadığın bu büyük acının ve kayıpların yasını tutmak senin de hakkın. Derin bir nefes almak, kendine ait alan yaratmak senin de hakkın. Deprem bölgesindeki 5 aylık deneyimimin içerisinde bunları sağlayabilen bir kadınla hiç karşılaşmadım. Kendinden önce ailesini öncelemek zorunda kalan kadınlarla doluydu her yer. Gün içinde müsait anlarını yakalamak zor oluyordu ancak etkinlik için getirdikleri çocukları beklerken ya da akşamları soba başında Antakya kahvesi eşliğinde sohbet edebiliyorduk.

Enkazın ve çadırların arasında arasında birbirimizle bir daha unutmayacağım ve muhtemelen bizleri asla kopartmayacak bir bağ kurduk. Aramızda oluşan bu bağların yıkılmış kentlerin ortasında yaşamı yeniden kurabileceğini gördük. Şimdi AKP iktidarının bizleri terk ettiği bu koca enkazın altından dayanışmamızla çıkabileceğimizi biliyoruz.

365 gün kaç gündür?

6 Şubat depremlerinin üzerinden tam 1 yıl geçti. Tam 12 aydır katledilen canların, yok olan kentlerin hesabını soruyoruz, sormaya da devam edeceğiz. Hatay’da 10 aydır temiz suya erişim yok, nitelikli barınma imkanları sağlanmış değil. Halk hâlâ çadırlarda ya da konteynırlarda yaşamaya çalışıyor. Bu imkanların hiçbiri kış için elverişli değil elbet.

Tüm bu ihtiyaçların yanında devlet nerede beliriyor biliyor musunuz? 4. ayda elektrik faturası yolladığında, dayanışma içinde bulunan örgütlerin faaliyetlerini kısıtladığında ya da seçim döneminde. Ayrıca bugün de 12 ay boyunca uğramadığı kentlerin anma programlarına dahil oluşuyla, oy yoksa yardım da yok söylemleriyle…

Neoliberal devlet halkı piyasanın birer müşterisi olarak görmeye devam etmekte. Halkın suya, gıdaya, ilaca, enerjiye olan ihtiyaçlarını umursamamakla beraber kimsenin sesini duymuyor. Devlet kamunun bütün kaynaklarını sermaye aşkıyla dolup taşan patronları zengin etmek için seferber ederken, halkın ihtiyaçlarını görmek yerine onlara sırtını dönüyor. Bugün insanlar çadır alanlarından insanlık dışı koşullarla karşılaşarak çıkarılıyorlar. Çadırları talan ediliyor ve oradan gitmeleri bekleniyor. Bugün bizleri bu çadırlardan çıkartanlar, yaşadığımız evleri başımıza yıkanlarla aynı kişiler. Bir avuç sermayedarın karşısında yaşam hakkını savunanlarız, kimse unutmasın ve affetmesin bu halka yapılanları! Hüznünü isyanına kat, hiç unutma hep hatırla!

Dipnot:

[1] Öğrenci Kolektifleri tarafından üniversitelerdeki neoliberal dönüşümün üniversitelilerin aydın karakterini aşındırmaya karşı başlatılan, bugün Üniversiteli Feminist Kolektif’le birlikte yürütülen bir kampanya. Kampanya yaz aylarında gönüllü ünversitelilerin, yoksul mahallelerde kurdukları alternatif yaz okullarıyla simgeleşti. Ancak kampanya kapsamında farklı depremlerde dayanışma çalışmaları da yürütüldü.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir