İstanbul Sözleşmesi & Melek İpek – Başak Yılmaz
Zaten ne sanıldı ki, AKP hükümeti toplumsal cinsiyeti daha kabullenemedi; gerçekten sözleşmenin içeriğini benimseyip imzalamış olabilir miydi 2011 yılında? Fahrettin Altun sözleşmenin feshedilmesinin ardından açıklamalarında kadının nesne değil özne olduğunu ifade etti, bakın çok üzgünüm yıl 2021 ama gerçekten bu kafaların dönüşümü-değişimi bu kadar. Sözleşmenin yerini dolduracaklarının şovu başladı ve görüyoruz ki şimdiden imalarında annelik, aile, Türk milleti ifadeleri eksik olmuyor. Neyle karşı karşıya geleceğimizi az çok tahmin ediyoruz. LGBTİ+ bireylerin şiddete karşı korunması yükümlülüğünü dahi kabullenmeyen Akp hükümeti nasıl bir insan hakları eylem planı hazırlayabilir? Sanıyorum ki ‘kadın hakları konusunda bize ders vermesinler’ diyenler sözleşmenin fehesdilmesini kutlayan gerici tayfadan ders alacaklardır.
Türkiye’nin ilk imzacısı olduğu İstanbul Sözleşmesi bir Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile feshedildi
Türkiye İstanbul Sözleşmesi’ne imza atan ilk ülkedir ve bunu ‘tercih etmiştir’, bu nitelik tesadüfi bir durum değil bunun öneminden bahsetmekte yarar var. Sözleşmeyi ilk imzalayan olmak olumlu çağrışımlar yapıyorken imzalayan zihniyetin 2020 yılında bu sözleşmeye karşı ‘saldırı’ türünde tutumlarıyla karşılaştık, savaştık. Evet,evlere kapatılma yüzünden daha da artan ev içi şiddetle baş etmeye çalışırken bir de pandemiyi fırsat bilen iktidarın kadınların ve LGBTİ+’ların haklarını da gasp etmesine karşı mücadele verdik. Devamında 20 Mart 2021 sabahına karşı bir cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kadınların en temel haklarını konu alan İstanbul Sözleşmesi ‘feshedildi’. Hukuki boyutu tartışılıyor hatta açıkça hukuksuz bir durum olduğu da ortada. Bizler her gün sokaklarda katledilirken, buna karşı yaşamak için, haklarımız için yani bizim olan için eylem alanlarında mücadele ederken bir gecede haklarımız feshediliyor ve bir kesim sadece hukuki olup olmamasına takılıyor, ne acı. Zaten hukuk artık kendi koydukları kuralları dahi tanımadıkları bir oyun haline gelmiş vaziyette. Keza bir durumun hukukiliği üzerinden de savunma yapmak çok riskli çünkü bu zihniyet öyle sinsi ki anayasanın ulaşmak istemediği bir sonuca yine bu amaçla düzenlediği usuller çevresinde dahi ulaşabilmiş bir zihniyet. Yani hukuksuzluk bir tarafa, hukuki işleri de çok mu doğru sanki! Atmak istedikleri bir adım eğer hukuka uymuyorsa bakıyorsunuz ya buna ‘hukuksuz’ diyecek yargı olmuyor ortada ya da bi bakıyorsunuz hukuk olmuyor; kanun değişmiş…
Akp hükümetinin 10 yıllık tutarlılığı; Böylesi bir sözleşmenin sadece imzalanmak ile kalması, uygulanmaması çelişki değil tutarlılık gibi görünüyor
Aslında sadece bu yılın konusu değil bu durum; 2011’den bu zamana kadarki sürece baktığımızda hükümetin toplumsal olaylara yaklaşımında sözleşmenin içeriğiyle bağdaşan tutumları zaten pek göremiyoruz, zaten sözleşme yıllardır benimsenmemiş; yargıya, kolluk kuvvetlerine benimsetilmemiş vaziyette. Sözleşme bir kazanımdı; Selin Nakipoğlu’nun bir yazısında dediği gibi ‘bu sözleşmede Nahide Opuz’un annesinin, Güldünya Töre’nin, Ayşe Paşalı’nın kanı var’. Güldünya Töre göz göre göre töre yüzünden öldürüldü. Ayşe Paşalı hayatının tehlikede olduğunu bizzat söyleyip koruma istemesine rağmen öldürüldü. O dönemde devletin Nahide’yi ve annesini koruyamaması sonucu AİHM Türkiye için tazminata hükmetti. Türkiye bir kadını polise, savcılığa başvurduğu halde koruyamamasıyla duyuldu uluslararası anlamda, çünkü AİHM tarihinde böyle bir karar ilkti. Ve maalesef daha birçok gözler önünde öldürülen kadın… Yani özellikle şiddet mağduru kadınların güvende olmadığının ‘tescillendiği’, hukuki sürecin berbat ilerlediği esasen yargıya, polise başvurmanın bir çözüm ya da kurtuluş olmadığı ve bunların uluslararası anlamda da yer edindiği bir dönemde bu sözleşme karşımıza çıktı. Türkiye’ye böylesine hitap eden bir uluslararası sözleşmeyi ilk imzalayan olmak işte bunu ifade ediyor: Kadına şiddet konusunda Türkiye’nin, hükümetin ‘imajını düzeltebilecek’ hatta kurtarabilecek nitelikte olan İstanbul Sözleşmesi bir kurtuluştu AKP iktidarı için. İktidarın politikaları için. Örneğin AB’ye girmek için bir umuttu!
İstanbul Sözleşmesi bir kurtuluştur fakat o zamanlar iktidar için politik bir kurtuluş oldu. Samimi bir şekilde imzalanmadı ve bu samimiyetsizliğin bedeli de aslında sözleşmenin uygulanmayışı ve beraberinde o zamandan beri katledilen kadınlar oldu. O dönemde kadın cinayetlerini, kadına karşı her türlü şiddeti ve ayrımcılığı toplumsal, insanlığa aykırı bir problem olarak görüp çözüm üretmeyi amaçlamaktan ziyade kadın cinayetlerini kendi dış politikaları önünde bir engel olarak görüp ve dolayısıyla buna yönelik ‘çözüm’ getirmeyi hedeflemiş bir zihniyet vardı yani. Ve o zihniyet hala var. Zaten ne sanıldı ki, AKP hükümeti toplumsal cinsiyeti daha kabullenemedi; gerçekten sözleşmenin içeriğini benimseyip imzalamış olabilir miydi 2011 yılında? Fahrettin Altun sözleşmenin feshedilmesinin ardından açıklamalarında kadının nesne değil özne olduğunu ifade etti, bakın çok üzgünüm yıl 2021 ama gerçekten bu kafaların dönüşümü-değişimi bu kadar. Sözleşmenin yerini dolduracaklarının şovu başladı ve görüyoruz ki şimdiden imalarında annelik, aile, Türk milleti ifadeleri eksik olmuyor. Neyle karşı karşıya geleceğimizi az çok tahmin ediyoruz. LGBTİ+ bireylerin şiddete karşı korunması yükümlülüğünü dahi kabullenmeyen Akp hükümeti nasıl bir insan hakları eylem planı hazırlayabilir? Sanıyorum ki ‘kadın hakları konusunda bize ders vermesinler’ diyenler sözleşmenin fehesdilmesini kutlayan gerici tayfadan ders alacaklardır.
Sonuç itibariyle, bu sözleşme siyasi emeller uğruna imzalanmıştı, şimdi ise siyasi rant için feshediliyor. Biliyoruz gerici kitlenin siyasi desteği için heba edildi bizlerin yaşamsal hakları. O yüzden haykırıyoruz: Kadın cinayetleri politiktir, yaşadığımız şiddet, baskı ve savaştaymışçasına katledildiğimiz ve tedirginliğimiz politiktir.
Sokakta kazandığımızı masada kaybetmeyeceğiz!
Bu sözleşme birilerinin imzasıyla sahip olduğumuz sıradan bir kağıt parçası değil. Kadınların ve LGBTİ+’ların en temel haklarının; toplumsal rollerin sebep olduğu şiddete ve ayrımcılığa maruz kalan bireylerin haklarının yazılı olduğu ve uygulamayla ilgili yükümlülükleri belirten yaşamsal bir metin. Asıl o haklar için ekstradan mücadele etmemize sebep olan düzen değişmeli. Sözleşmenin içeriğini ve daha nicelerini bizler sokakta kazandık, masada kaybetmeyeceğiz; mücadeleye devam edeceğiz, hiçbir zaman kazanımlarımızı erkeklerin kanaatine bırakmadık. Bu sahip olduğumuz ve olacağımız haklar da devletin lütfu değildir. Bizim olan bizimdir, devletin lütfu değil.
Bu ülkede; bizim hayatlarımıza karşı savaş açılmış vaziyette, ısrarla çaresizliğe itiliyoruz. Melek İpek savunma yapmasaydı ölecekti. Şimdi de yaşamı alınıyor elinden. Tutuklu. Ne yani hayatta kalmasının, yaşamak için çabalamış olmasının hiç önemi yok mu şimdi? Öyle bir an yaşanıyor ki kadınlar için, yaşıyor olmanın önemi yok, yaşamak istemenin önemi yok, tercih hakkın yok ya hapse gireceksin ya da öleceksin sunulan ‘tercih’ bu. Kadınların yaşama hakkını gasp edip düpedüz ölümü sunuyor bu erkek egemen sistem. Kadınlar ya öldürülüyor ya da yaşamak için özsavunma yapıyor ve hapse giriyor. İki durumda da hayatı elinden alınıyor. Yani 21. yüzyılda, yaşadığımız bu topraklarda bir kadının yaşama hakkının hiçbir anlamı olmadığı seviyesine gelinebiliyor. Buna karşı bizler yaşam alanlarımızı savunmaya devam edeceğiz, yaşayacağız ve hiçbir kadın yoldaşımızı yalnız bırakmayacağız. Kesinlikle belirtmek istiyorum ki şiddetiniz, erkek yargınız, patriyarkanız, faşizminiz karşısında biz kadınlar birlikteyiz ve özsavunmamız var. Özsavunma haktır ve bu hakkımızı da kimsenin kabulüne bırakacak değiliz.