Feminist Perspektiften Kayyum Portreleri
Boğaziçi Direnişi devam ederken ve 8 Mart’ı geride bıraktığımız bugünlerde Erdoğan
“keller meclisinden” aldığı onayla kadın+ların hayatının daha da güvencesiz hale gelmesine sebep
olacak bir karara imza attı. Bundan kısa bir süre önce ise Bahçeli, MYK kadrosuna iki yeni isim
atadı. Bu isimleri biraz araştırdığımız zaman katliamlara bulaşmış, eli kanlı mafyalar olduğunu
görmemiz mümkün. Tarih boyunca olduğu gibi bugün de, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde de
pandeminin bedeli kadın+lara ödetilmeye çalışılıyor, heteropatriyarkal sistem kendini var etmek
için atadığı kayyum kararlarla ve eli kanlı mafyalarla kadın+ların hayatlarına saldırıyor.
Direnişin kendisini bir ifşa sergisi olarak görmek ve özel olarak “ifşa sergisi”ne odaklanmak
“Kayyum” kelimesi Boğaziçi Direnişi’nden sonra hayatımıza farklı bir şekilde tezahür
etmeye başladı. Kayyum portrelerini yeniden incelemeye, eski eskizlerin üzerinden geçmeye ve
yeni arayış çizgilerine ihtiyacımız olduğunu hissettik. Bu duruma sebebiyet olarak uzun süredir
belli sınırlar içinde söylemlerini dile getiren solun durgunluğunu Boğaziçi Direnişi ile atmaya
yeltenmesi, feminizm ve LGBTİ+ hareketlerinin direnişe rengini vermesi, direniş alanı olarak
kampüsün kullanımı ve korunma içgüdüsü, direniş anlarında ortaya çıkan refleksif fakat direnişin
gündemini belirleyebilen – “hocam hiç utanmanız yok mu?”, resim sergisi, Erdoğan’a açık mektup
ve diğerleri- dinamikler gösterilebilir.
Her hareket kendi içinde bir estetik barındırır ve bu estetik hal diyalektiktir. Mekan- kitle
ilişkisi, özsavunma pratikleri, heteropatriyarkal sistemin dayattığı sansürleri reddedip saldırılara
“ana dilimiz” ile cevap vermek bu estetiğin yansımalarıdır. Tüm bunları düşünecek olursak
Boğaziçi Direnişi’ni neden bir ifşa sergisi olarak ele alıp bu serginin estetiği üzerine
konuşmayalım? Tabi ki devamındaki süreçte gelen saldırıları da bu ifşa sergisinin bir parçası olarak
bütünlüklü bir şekilde tartışmak suretiyle. Boğaziçi Direnişi ile süregelen süreci bir gözden
geçirelim, o sergi salonunun koridorunda adımlayalım önce bir…
Direniş başladıktan bir süre sonra ev baskınları başladı ve ardından tutuklamalar geldi.
Direnişe omuz veren herkes- özellikle üniversite öğrencileri- işkencelerle gözaltına alındı ve
gözaltılar esnasında çıplak arama dayatması, taciz, tecavüz ve ölüm tehditleri ile karşı karşıya kaldı.
HDP’nin kapatılması için dava açıldı, gözaltılar esnasındaki çıplak aramaları gündeme getiren
Ömer Gergerlioğlu’nun vekilliği düşürüldü. Son olarak gece yarısı Erdoğan’ın atadığı kayyum bir
kararla yaşam güvencemiz olan İstanbul Sözleşmesi feshedildi. Sonrasını biliyoruz aslında, kadın+
lar sokaklara döküldü, barikatlar aşıldı, alanlara almamakta direttikleri gökkuşağı bayrakları tüm
sokakları dolaştı.
Peki neden bu sergi Boğaziçi Direnişi ile başlıyor?
Koridorlarında yürüdüğümüz serginin genel tezahürü böyle iken “Neden ilk göze çarpan
vuku Boğaziçi?” sorusunu sorabiliriz ve sormalıyız da. Bu belki de her gün yeni bir direnme pratiği
öğrendiğimiz topraklarımızda bize yol gösterecek bir kesittir. Kompozisyonun Boğaziçi ile
başlaması tesadüf değil, tarihsel bir birikimin sonucudur. Bu tarihsel birikimi hem Boğaziçi
özelinde hem de genel olarak üniversite hareketi tarihinde görebiliriz. Ancak görüyoruz ki bu
tarihsel birikim kendisini olduğu gibi bugüne taşımamıştır, dönemin koşulları ile şekillenerek
kendini yeniden ve yeniden var etmektedir. O yüzdendir ki Güney kampüsünde barikatların önünde
kadınları ve LGBTİ+ ları gördük en çok, direnişe rengini verdiler ve özsavunmayı bir üniversite
savunmasına dönüştürdüler. Ki zaten sonrasında kadın+ lara ve translara yönelik saldırılar da bu
militanlığı tesciller nitelikte, heteropatriyarkanın şuan hedefine kadın+ ları ve LGBTİ+ ları almış
olmasını Boğaziçi direnişi perspektifinden de değerlendirmek gerekiyor. “Kayyum rektör
istemiyoruz” eylemleri ile başlayan hareketlilik sonrasında “kadın düşmanı, LGBTİ+ düşmanı
rektör istemiyoruz” a evrildi, tabi ki kayyuma söz söylemeye devam ederek. Üniversitelerimizdeki,
evimizdeki, sokaktaki, meclisteki ve saraydaki kayyumlara baktığımız zaman; kadın+ düşmanı,
LGBTİ+ düşmanı, ırkçı, kapitalist, emperyalist, türcü portreler çıkıyor karşımıza. İktidarın resim
sergisine ve özellikle bir arkadaşımızın çalışmasına “dini değerleri aşağıladığı” gerekçesiyle
saldırmasıyla meclisteki veya sokaktaki her “kayyum” iktidarın söylemini yeniden üreterek aslında
bizlere her erkeğin kayyum olduğunu, kayyum zihniyetinin erkek egemen kültürün bir sonucu ve
aslında devam ettiricisi olduğunu gösterdi.
Boğaziçi Direnişi’nden bu yana yeni örgütlenme biçimlerini deneyimledik, dayanışmalar bu
anlamda- tüm geri eğilimlerine rağmen- ön açıcı bir örnek niteliğindedir. İstanbul başta olmak üzere
birçok ilde öğrenci dayanışmalarının kurulması ve kadın+ların bu dayanışmalarda oldukça kalabalık
olması, şuan herkesin bir şekliyle tartıştığı özerk- demokratik – ve bizim tartıştığımız şekliyle
özerk- demokratik, feminist– üniversite tartışmalarında ve sonrasında kurucu bir rol alacağının
bariz göstergesidir. Biz kadın+lar olarak zaten uzunca bir süredir “feminist üniversite, güvenli
kampüs, CTS’lerin ve CİTÖK’lerin demokratik kullanımı- feministlerin buralara katılımı, feminist
bir akademik kadro ve devamında feminist bilgi üretimi” gibi tartışmaları yürütüyorduk. Melih
Bulu’nun kayyum olarak atanmasıyla başlayan ve devam eden Boğaziçi Direnişi’ni de bu
anlamıyla, “uykularınız kaçsın, tacizci hocaları akademiden kovma, odalarının kapılarına ‘tacizci’
yazıp teşhir etme..” gibi teşhir etme yöntemlerinin bir devamı ve aslında patlaması olarak
yorumlayabiliriz. Çünkü aslında “Seçeceğiniz mesleği annenize sorun, eğer anlamadıysa doğru bir
tercihtir” diyen ve ilk kayyumluk icraati LGBTİ+ kulübünü kapatmak olan Melih Bulu’nun
rektörlüğe getirilmesi, devamında ise MHP ile olan ilişkisiyle tanıdığımız Alaattin Çakıcı’nın Melih
Bulu’ya “İstifa etme, biz arkandayız” dediği bir mektup yazması AKP iktidarının ve sermayedar
erkeklerinin üniversiteye olan saldırılarını- bundan sonra gelecek saldırıları da- gözler önüne
sermekte.
MHP, MYK kadrosundaki yeni isimlerle; Erdoğan ise gece yarısı çıkardığı “icatlarla”
yaşamlarımıza saldırmaya devam ediyor
Boğaziçi Direnişi devam ederken ve 8 Mart’ı geride bıraktığımız bugünlerde Erdoğan
“keller meclisinden” aldığı onayla kadın+ların hayatının daha da güvencesiz hale gelmesine sebep
olacak bir karara imza attı. Bundan kısa bir süre önce ise Bahçeli, MYK kadrosuna iki yeni isim
atadı. Bu isimleri biraz araştırdığımız zaman katliamlara bulaşmış, eli kanlı mafyalar olduğunu
görmemiz mümkün. Tarih boyunca olduğu gibi bugün de, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde de
pandeminin bedeli kadın+lara ödetilmeye çalışılıyor, heteropatriyarkal sistem kendini var etmek
için atadığı kayyum kararlarla ve eli kanlı mafyalarla kadın+ların hayatlarına saldırıyor.
Biz kadın+lar ise 8 Mart’ın coşkusunu da arkamıza alarak bir tufan estirdik sokaklarda,
desek yanlış olmaz. Gündelik yaşam içerisinde, yatay örgütlenmeler vasıtasıyla “direnişi günlük
yaşam içinde örgütleyerek, hayatın kendini bir direniş alanı haline getirme” deneyimlerimize hem
feminist hareketin katkısıyla, hem de yakın direniş tarihimizdeki Gezi Direnişi’nden aşinayız. Keza
özne ile mekan- sokak, kampüs, ev, iş yeri- arasındaki semiyotik, birbirini besleyen ilişkiye de
öyle. Bir süredir tartıştığımız, tam olarak iradeli bir şekilde sürdüremesek de bir ucundan
tuttuğumuz yatay örgütlenme zeminlerinin karşılığını İstanbul Sözleşmesi feshedildiğinde sokaklara
dökülen kitle ile görmüş olduk aslında. Artık “Susmuyoruz, korkmuyoruz, aşağı bakmıyoruz”
sloganının başka bir anlama geldiği ve Boğaziçi Direnişi’ni aştığı bir süreçteyiz. Keza gökkuşağına
dair tüm emarelere gelen saldırılar karşısında “ Gökkuşağının tüm renkleriyiz” söyleminin de öyle.
Sergide biraz geçmişe- pandeminin başlarına- gidip 1 yılda Türkiye’de feminist hareketin
sergisine dönüp bakacak olursak;
Geçtiğimiz yıl pandemi döneminin başında verilen 3 haftalık tatil ile evlerimize dönüpkimimiz aile evine geri döndü, kimimiz ise kaldığımız evin kirasını karşılayabilmek için daha fazla
çalışmak zorunda kaldı- bir daha da AKP iktidarının belirlediği sınırlar haricinde evden
çıkamadığımız durumlar vardı, bu durum hala da devam etmekte. Tabi ki feminist dayanışmaya da
öğrenci dayanışmasına da sistemin saldırıları etki edemiyor, sanal mekanlar yarattık kendimize bir
araya gelebilmek için. Aslında 2 oda 1 salon- balkonu bile olmayan- evlerden nefes alabilmek için
yan yana geldik, birer “pencere” olma görevi gördük birbirimize.
Sonrası ise malum, o pencereler tekrar ait oldukları yere- sokaklara- döndü. 8 Mart öncesi
İstanbul Maltepe’de “Direnişler sergisi” yapmak için toplanan kadınların birer direniş sergisine
dönüşmesinin anlamı da budur. Bu; biz kadın+ların sergi alanımıza tankı- tüfeği ve tüm teçhizatı ile
saldıran ve haklarımızı- kazanımlarımızı yok etmeye çalışan heteropatriyarkal sisteme “Burası
benim ve buraya dokunamazsın, bizlere- hayatlarımıza dokunamazsın!” deme şeklimizdir. Yan yana
geldiğimiz her alanda, bizi ablukaya almaya çalışan polis ablukasını halaylarımızla delme ve en
sonunda bizim onları ablukaya alma halimizdir. Hayatın kendisini yaratma sanatında yükün en
çoğunu omuzlayan kadın+ların ve bilim üretim merkezleri olan üniversitelerin bir araya gelerek
tarihin sahnesine yeniden çıkması eylemidir.
Daha yazacak çok şey, söyleyecek çok sözümüz olduğunun farkındayız, o yüzden bu yazıyı
dosya yazılarımızın ilki kabul ediyoruz. Elimizden kalemimizi bir an olsun bırakmıyor, kayyum
portrelerini karalamaya devam ediyoruz. Ve biliyoruz gökkuşağının tüm renkleri olan biz kadın+lar,
renklerimize saldıran kayyumlardan geriye tek bir iz dahi kalmayana dek mücadeleye devam
edeceğiz.