İntihar değil cinayet: Erkek adalet değil gerçek adalet
Kadın hareketinin ortaya koyduğu irade dava dosyalarında kararları, mahkeme
salonlarında yargıçları, adliye kapılarında erkek adalet sistemini mahkum ederek
pek çok davanın seyrine etki ediyor
Yıllardır süre gelen deneyimlerimiz, ceza yargılamaları alanının kadınlar açısından son derece sıkıntılı işlediğini defalarca kez gösterdi. Kadın ve erkek eşitliği her ne kadar yasalar önünde eşit gözüküyor olsa da toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yaşamın her alanındaki tezahürü kendini iddianamelerde, otopsi raporlarında, mahkeme salonlarında “erkek faili anlama/erkek faile hak verme eğilimi” olarak var ediyor. Hakim tutumlarından sanık avukatı savunmalarına, savcılık makamından adli tıp raporlarına kadar pek çok aşamada mahkemede yargılanan erkek olsa dahi; kadınların giyiminden, cinsel geçmişinden telefon görüşme süresine kadar pek çok şey tartışma konusu oluyor.
Türk Ceza Kanunu’nda bir fiilin suç niteliğini taşıması için gereken unsurlar sıralanmıştır. İşlenen bir fiilde suçun unsurları mevcutsa ortada suç olduğu kabul edilir, bu unsurlar suçların ortak özelliğidir. Taciz, tecavüz, kadın cinayeti gibi kadına yönelik şiddet içeren suçları, bu hukuki dili bir kenara bırakıp bir de kadınlar açısından sınıfladığımızda tüm bu suçların ortak yönünün “erkek şiddeti” olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla kadın cinayetlerinin, tacizin, tecavüzün had safhada olduğu ülkemizde takım elbise giyip bir kravat takarak ya da hakim önünde başı önde durarak haksız tahrik, iyi hal indirimleri alanların kişi kişi erkekler olmasının ötesinde “aklananın” toplam bir “erkek şiddeti” olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bunun erkeği aklamak adına kadını sorgulatan, toplum nezdinde yargılatan ve en nihayetinde erkek şiddetini meşrulaştırmaya giderken kadınları tacize, tecavüze, ölüme mahkum eden kısır bir yargı mekanizmasına dönüştüğünü ve hem soruşturma hem de kovuşturma sürecinin çeşitli safhalarının bu erkek şiddetini aklama mücadelesine bir yerinden dahil olduğunu söylersek de abartmış olmayız.
Adliye önlerini mücadele alanına çeviren kadınlar
Elbette ki yargı işleyişinin bu “erkeği anlama, onu bir şekilde haklı bulma çabasının” karşısında adliye önlerini “erkek adalet değil, gerçek adalet” sloganlarıyla eylem alanına çeviren kadınlar var. Kadın hareketinin ortaya koyduğu irade dava dosyalarında kararları, mahkeme salonlarında yargıçları, adliye kapılarında erkek adalet sistemini mahkum ederek pek çok davanın seyrine etki ediyor.
Kadınlar tarafından yapılan dava takipleri mekansal ikilikleri ortadan kaldırıyor, mahkeme salonlarındaki kadınlar mahkeme kapılarında kendilerini bekleyen kadınlardan güç alıyor, birlikte olmanın gücü gerçek adaletin peşine düşerken kimi zaman soruşturma ve kovuşturma süreçlerini tabiri caizse tepetaklak edebiliyor.
Tarihi bir dava: Şule Çet
Şule Çet davası, soruşturmadan kovuşturmaya erkek adalet sisteminin işleyişi bakımından en güncel örneklerden biri olarak karşımızda dururken aynı zamanda kadınların mücadelesinin davaya olan etkisi bakımından oldukça önemlidir. 2018 yazında, 23 yaşındaki üniversite öğrencisi Şule Çet’in Ankara’da bir plazanın 20. katından düşerek hayatını kaybettiği haberi hem basında hem de sosyal medyada oldukça geniş bir yer tuttu. İlk esnada haberlere “bir genç kızın intiharı” olarak yansıyan olayı o günden tutup bugün toplumun büyük bir kısmı tarafından takip edilen ve bu davayı toplum nezdinde bir hukuk sınavına dönüştürense yine kadınların mücadelesi oldu.
Dosya henüz emniyette ve savcılıktayken soruşturmanın özensiz ve baştan savma yapıldığı kanaati, bir kadın cinayetinin daha intihar süsü verilerek üstünün örtülme ihtimali kadınları bir araya getirdi. Örtbas edilmeye çalışılan bir kadın cinayetinin sezgisi, şüphelilerin ifadelerinin ardından serbest bırakılmasıyla güçlenerek, derin bir soruşturma yükümlülüğünü zorunlu kıldı. Duruma tepki gösteren ve şüphelilerin tutuklanmasını isteyen kadınlar yaptıkları sosyal medya eylemleri ile büyük bir kamuoyu baskısı oluşturdu.
Böylece Şule Çet davası bugün hem kadın cinayetleri hem de cinsel saldırı suçları açısından emsal bir dava haline geldi. İntihar görüntüsü verilip cinayetin üstünü kapatmanın kolay olmayacağı anlaşılınca Çağatay Aksu ile Berk Akand tekrar yakalanarak tutuklandı. Kadınların “kaza, intihar, kayıp vs.” gibi kayda geçen pek çok ölümün aslında cinayet olduğunun ortaya çıkmasına ilişkin geçmiş deneyimleri, soruşturma aşamasında kapatılmak istenen bir dosyanın mahkemeye intikal etmesini sağladı. Tecavüz ve cinayet suçlamasıyla kamu davası açıldı.
Ana akım medyada Şule’nin sanıklarla beraber plazaya girdiği, içki içtiği görüntüler yer alır ve kadınların yaşam tarzı sorgulanırken sanık avukatları Şule’nin “bakire olmadığına”, alkol kullandığına, gece dışarda olduğuna vurgu yaparak bir savunma hazırladılar. Sanık avukatlarından birinin Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi kantininde kabanının içinde sakladığı döner bıçağıyla üniversitelilere saldıran Paşa Büyükkayaer, diğerininse JİTEM’den birinin avukatlığını yapan Levent Ekmen olduğu bu yazıda ve akıllarda dursun. Tıpkı sanık avukatlarının hazırlattıkları adli tıp raporunun, kadın düşmanlığını savunma belgesi olarak sosyal medya yorumlarında durması gibi. (Şule’nin avukatı Umur Yıldırım’ın Twitter hesabında paylaştığı gönderide sanık avukatlarının hazırlattığı bu adli tıp raporu ve raporda geçen “Bir kadın bir erkekle tenhada içmeyi kabul etmiş ve hele erkeğin yalnız yaşadığı evine, odasına giderek birlikte içmiş olursa cinsel ilişkiye rıza göstermiş sayılır” ifadesi yer almaktadır.)
Hakimin Şule’nin neden çalıştığı, paraya ihtiyacı olup olmadığına ilişkin soruları, olaydan cinayet diye bahsetmişken “cinayet demeyelim” diye sanıkların kendisini uyarması üzerine “cinayet demeyelim, düşme olayı” diyerek kendisini düzeltmesi, otopsi raporları darp izlerinin darptan mı düşmeden mi kaynaklı olduğu ve tecavüz olup olmadığı konusunda “açık olmadığından” üçüncü kez otopsi raporu istenmesi gibi pek çok husus 6 Şubat’ta görülen davada ön plana çıktı. Tüm bu hususlar kadına yönelik şiddet davalarında uyulması gereken esas ve usullerin görmezden gelindiğini ortaya koyuyor. Tam da bu noktada bu sıralar raftan kaldırılmaya çalışılan İstanbul Sözleşmesi’ni hatırlamakta fayda var. İstanbul Sözleşmesi’nin pek çok maddesi “erkekler ve kadınlar için alışılagelmiş rollerin, örf ve adetlerin, cinsiyet önyargılarının bertaraf edilmesini, sözde “namus” kavramının şiddet eylemleri için başlatılan cezai yaptırımlara gerekçe edilememesini, mağdurun cinsel geçmişiyle ilgili hususlara ancak dava için gerekliyse başvurulabileceğini vb.” güvence altına alıyor. İstanbul Sözleşmesi’nin pek çok maddesiyle sağlanmak istenenin şiddetin, örf ve adet, din, gelenek veya “namus” adı altında hoşgörüyle karşılanmasını ve bunu meşrulaştıran resmi açıklamaları, raporları veya bildirileri önlemek olduğu çok açıkça görülüyor. Şule Çet davası ise bu yönleriyle İstanbul Sözleşmesi’nin tamamen yok sayıldığı, sanık avukatından adli tıp uzmanına pek çok kişi tarafından sözleşmenin ihlal edildiği bir dava örneğidir.
Avukat Hülya Gülbahar’ın da ifade ettiği gibi Şule Çet davası, artık kadınlara karşı suçlar konusunda yeni bir toplumsal sınav olarak önümüzde duruyor. Bu sınavı geçme konusunda hem medyaya hem de yargıya eşik atlatacak ve bu erkek adalet sistemini mahkum edecek olan Şule Çet davasını dünden bugüne kazanımla getiren kadın hareketidir. Mahkeme salonlarında ne dönerse dönsün adliye önlerinde tutulan gerçek adalet nöbetleri bitmeyecek, tek bir kişi daha eksilmeyene dek.
*Avukat Hülya Gülbahar’ın “Şule Çet davası, kadınlara karşı suçlar konusunda toplumsal bir sınavdır” adlı yazısından yararlanılmıştır.